“Hiç konuşmadan da anlaşabilmek”

Mert Fırat ile söyleşi: Hiç konuşmadan da anlaşabilmek*

 

 “Başka Dilde Aşk” filminin başrol oyuncusu ve senaristti Mert Fırat geçtiğimiz hafta 3. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin açılış konuğu olarak Kıbrıs’taydı. “Bizim evin halleri”, “Binbir gece” ve “Yersiz yurtsuz” gibi dizilerde rol alan, şu an “Kapalı çarşı” dizisinde oynayan Mert Fırat oyunculuğa orta okul yıllarında başlamış. Aynı zamanda Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) üyesi olan Fırat için aşk bir mücadele meselesi. Mert Fırat ile sinemadan siyasete, aşktan mücadeleye renkli bir sohbet gerçekleştirdik.

 

Ropörtaj: Hasan YIKICI

 

“Her oyuncunun içine az da olsa bir çocuk ruhu var.”

Oyunculuğa nasıl başladınız?

Mert Fırat: Ortaokul hazırlıkta başladım tiyatroya. Ortaokul, lise bitti. Ben hep oyunculuk okumayı istiyordum. Ama annemler karşı çıkıyordu. Bizimkiler sanatçı adam zor geçinir, önce bir meslek edin ardından bakarsın diyorlardı. Klasik, oyunculuğu meslek görmeme durumu yani. Sonra tabii dönem değişti. Benim tam oyunculuk sınavlarına girmek istediğim dönem baktılar ki diziler patladı, tutmaya başladı. Sonra annemler herhalde olabilir demeye başladılar. Ankara Dil tarih üniversitesinde okumayı çok istiyordum. Hem üniversitenin politik duruşundan dolayı hem de akademik olarak sağlam, kaliteli olmasından dolayı. Dolayısıyla Akara Dil Tarihi seçtim. Bu kararım hem politik bir tercihti hem de eğitiminin iyi olmasından kaynaklı idi.

Bu dört senelik üniversite hayatım boyunca hem devlet tiyatrolarında oynamaya devam ettim hem de “Bizim evin halleri” diye bir diziye başladım. Bu aynı zamanda ilk dizi deneyimimdi.

Ben çok çocuk ruhlu bir adamım. Bütün oyuncular çocuk ruhlumudur? Olmayabilir tabii! Fakat galiba her oyuncunun içine az da olsa bir çocuk ruhu var. İşte o oynamayı keşfedince başka bir meslek kalmıyor gibi. Çünkü düşünün bir, oynuyorsunuz, bundan büyük bir keyif alıyorsunuz; bir yaratım süreci var ve bir de üstüne para veriyorlar. Başka daha ne istersin ki?

 

Sinema ve tiyatronun bugün geldiği nokta nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yenilenme dönemi mi söz konusu yoksa kendisini tekrar etmeye mi başladı?

Mert Fırat: Tiyatro burada bitmiştir diyemezsiniz, sinemanın limitleri bitmiştir diyemezsiniz. Şimdi yeni dönemde sinema artık büyük bütçeli değil de küçük bütçeli, meselesi insanı çarpan filmler üzerine yoğunlaşıyor.  Dünya sineması buna dönüyor artık. Büyük bütçeler, tanınmış oyuncular, büyük yönetmenler yok artık. Semih Kaptanoğlu gidiyor Berlin’de Altın Ayı’yı alıyor. Nuri Bilge Ceylan gidiyor Kahn’da en iyi filmi alıyor. Bu durum Türkiye sinemasının gelişiyor oluşuyla paralel. Ayrıca diğer taraftan bu topraklar yüzyıllardır çeşitli medeniyetlerin geçmiş olduğu topraklar oldukları için hikayesi de çoktur.  O kadar çok hikayesi var ki bu toprakların bu hikayeleri doğru ve düzgün, meselesi olan bir biçimde anlattığımızda aslında dünyada bu hikayeleri izleyip de çarpılmayacak kimse yoktur.

 

“Elitistlerin yanında durmak istemiyorum!”

Sen kendi sanat anlayışını nasıl tanımlıyorsun?

Mert Fırat: Ara türlerin çok önemli olduğun düşünüyorum. Tamamen sanat filmi, tamamen kendinin anlayacağı, sadece eğitimli bir çevrenin, akademisyenlerin anlayabileceği bir sinemaya, tiyatroya, gösteri sanatlarına çok inanmıyorum. Onların da olması gerekir mutlaka. Sanat sanat için midir? Olabilir. Ama benim bakış açımda sanat biraz halk içindir.  Ben pek de elitistlerin yanında durmak istemiyorum açıkçası.

 

Peki, tiyatro mu sinema mı?

Mert Fırat: Ben kendimi daha çok tiyatro oyuncusu olarak tanımlıyorum. Tiyatroyu çok seviyorum. Tiyatronun önüne hiçbir şey geçemiyor benim dünyamda. Sinemada sonradan müdahale edebiliyorsun. Montajla bir şeyler yapabiliyorsun. Ses koyup ses çıkartabiliyorsun. Aynı şekilde görüntüde de öyle. Yani bir müdahale söz konusu! Tiyatroda böyle bir şey yok yani.

Sinemada geçiyorsun, seyrediyorsun. Belirlenmiş bir şeyler var. Ama tiyatroda salon ile senin aranda başka türlü bir şey var. Sen yanlış bir zamanlama yaparsan her zaman insanların güldüğü yerde kimseler gülmez. Repliği doğru bir yerde söylemezsen oyun gider. Diyaloğa doğru bir yerde girmezsen arkadaşın gider. Aynı zamanda seyirciye karşı da sorumlusun. Seyirci benim için oyuncudur da aynı zamanda.

 

Agusto Boal’ın Ezilenlerin Tiyatrosu’nu okudun mu? Seyirciyi de oyuna katma, sahne ile izleyenler arasındaki mesafeyi ortadan kaldırma noktasında sen ne düşünüyorsun?

Mert Fırat: Okudum tabii. Ben 4. Duvara inanmıyorum. Ki çerçeve sahneye de inanmıyorum aslına bakarsan. Meydan sahneyi savunuyorum. Dört cephesinde seyirci olan! Ortada oyun alanı olan bir sahnede tiyatro yapmak istiyorum. Yüreğim bunu istiyor. Meydan sahnede her şey olabilir. Oyuncu seyircinin arasından çıkabilir, sahne başka yerde olabilir. Orada başka bir oyun alanı yaratabilirsin. Asında oyunu ile seyirci arasındaki mesafe, uzaklık ortadan kalkmış oluyor.

 

 

“O gazete, ne var okumakta?”

Toplumsal olaylara duyarlı, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin ve sömürülenlerin yanında saf alan birisisin. Bu farkındalığın nasıl gelişti?

Mert Fırat: Toplumsal farkındalığımın gelişmesi lise yıllarımda oldu. Ben Ayrancı Lisesi’nde okudum. Bizim okulun önünde bildiri dağıtıyorlardı. Aldım. Halkevi bildirisi idi. Bir de sürekli Evrensel gazetesi okuyan bir insandım. Bir gün okulda arama yaptılar. Ben de gazeteyi hemen çantama koydum. Gerçi onların aradıkları bıçak, çakı gibi şeylerdi. Sonra gazeteyi hoca buldu. Ve dedi ki “sen bunu nasıl okuyorsun?!” Ben de “o gazete, ne var okumakta, siz okuyun demiyor musunuz?” dedim. O da bana biz size okuyun dediysek böyle şeyler de okuyun demedik demişti. O hoca beni disipline vermek istemişti. Fakat okulda sosyalist hocalarımız da vardı. Onlar araya girdiler ve bana bir şey olmamıştı.

Biraz böyle böyle yaşanmışlıklarla farkındalığım daha da arttı. Zamanla hak arama, sosyalizm, faşizm nedir gibi konular üzerinde kafa yormaya başladım. Bunları anlamaya çalışırken de kendimi Halkevinde buldum! Üniversite yıllarından sonra Halkevi Sanat Atölyesi açıldı. İki sene boyunca buradaki çalışmalarımız sürdü.

Ben bu dünyada bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Ursula Le Guin’in dediği gibi “devrimin olabilmesi için devrimin kendisi olabilmen lazım.”

 

 

“Bizim ‘aile’ içinden çıkıp yayılmamız lazım”

Sizi “Başka Dilde Aşk” gibi bir filmi çekmeye eten kaygılar ne idi?

Mert Fırat: Bir engellinin filmini yapmak sonra da ona “gel dostum senin filmi izleyelim” demek komik. Çünkü engelli o derdini biliyor. Onu yaşıyor zaten. Bence biz orta sınıfa bir şey söylemeliyiz. Meseleyi bilen kişi zaten biliyor. Sen orta sınıfa bir şey söylemezsen, onlara yönelmezsen, sadece kendi kitlene, kendi kendine, bizim ‘aile içine’ dediğimiz şekilde oynarsan kısır döngüye düşersin. Kendi sorunlarımızı tartışıp çözmek başka, bir fikri başka kesimlere yaymak, sunmak başka bir şey! Biz tam da bunu yapmaya çalışıyoruz. Konunun ‘aile’ içerisinden çıkartılıp başka yerlere taşınması! Bu yüzden orta sınıfa doğru bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

Mesela ikinci filmde bir orta sınıf ailenin trajedisini anlatıyoruz. İsmi “Atlı Karınca” filmin. Şimdi ‘Altın Portokal’’da yarışıyor. Orta sınıfın hep kendinden üst sınıfa özenme durumu var. Ama hiçbir zaman da oraya ulaşama gerçeği var. Biz bunu çok minimal düzeyde anlatmaya çalıştık. Bu ikinci filmde “Başka Dilde Aşk”ta olduğun aksine neredeyse hiç popüler kod kullanmadık.

 

 

 

 

Hiç konuşmadan da anlaşabilmek!

 Türkiye’de aşk filmleri ve dizileri çok tutuyor. Öte yandan bu sinema ve dizilerde seyirciye gösterilen, bir nevi öğretilen de bir aşk anlayışı var. Fakat siz “Başka Dilde Aşk”’ta doğrudan bir aşk filmi yapmak yerine aşk ile mücadele olgusunu birleştiriyorsunuz. Ve bunu da yaparken ötekileştirmeyi sorguluyorsunuz.

Mert Fırat: Bu filmi çekerken kızın çağrı merkezinde çalışıyor oluşu bir tesadüf değildi. Veya oğlanın sağır olması bir tesadüf değildi. Birinde sessizliğin tamamen tesis edildiği bir yerde hiç konuşmadan çalışan bir adam! Diğer tarafta hayatı tamamen yüzünü hiç görmediği insanlarla konuşarak geçen bir kız. Bu insanları karşılaşması imkansız! Adam işitme engelli. Ne zaman çağrı merkezini arayacak ki? Arasa ne konuşacak ki? Bu bir merak unsuru yarattı seyircide. Mesele aslında hiç konuşmadan anlaşabilir miyizdir!

Dilde, mezhepte, dinde, ırkta ötekileştirme. Bu aslında bütün ötekileştirmelere dair bir filmdi. Türkiye’deki en büyük öteki şudur: Kürt, zaza, alevi. Bu üçü oldun mu aynı anda ötekinin de ötesindesin, dibindesin. Ama işitme engelli isen hepsinin de dibindesin! İşitme engellinin şöyle bir ekstra durumu var: engelliler arasında ve çevrede çok engelli gibi görünmezler. Ama duymak ve konuşmak insanların hayatlarının anlamıdır. Bu tam da görmezden geldiğimiz engellilerin hikayesi.

Filmde kız ve oğlan arasında yeniden bir dil tesisi oluyor. Oğlan hayatına kimseyi almazken ilk defa birini alıyor; kız ise birçok şeyi göze alarak işaret dili öğrenmeye başlıyor. Ve ikisi için, aşk için bir mücadele başlıyor.

Fakat bizim öğretilen aşkın içerisinde mücadele yok. Aşk kavramını içini basite indirgeyip boşaltamayız. İnanç, yani o meseleye (artık her ne ise) aşk ile birlikte gelir. Bunu kaybettirirsen bir topluma o toplum duyarsızlaşır, tahtalaşır yani. Biz de bu tahtalaşma olmasın diye çağrı merkezini filme aldık. Çağrı merkezi çalışanları da işçi sınıfının içerisinde en fazla ötekileştirilmiş olanlardır. Telefonun öbür ucundaki, gücü kendisinde hissederek karşısındakine istediğini söyleyebiliyor. Çağrı merkezlerindeki çalışma koşulları çok kötü, rezalet. Boyun fıtığı, geçici sağırlık, algıda dengesizlik vb birçok hastalıklar çıkıyor.

 

Filmin senaryosunu yazarken yardım aldınız mı? Çağrı merkezinde çalışan birisinden mesela?

Mert Fırat: Biz bunları araştırırken “gerçeğe çağrı” diye bir internet sitesi bulduk. Çağrı merkezinde örgütlenen insanların kurduğu bir siteydi. Bu arkadaşlarla oturduk ve senaryoyu onlarla birlikte şekillendirdik. Onların da fikirlerini alıp mücadeleci tavrı ön plana çıkardık.

Öte yandan bu meseleyi duyan bir operatör, film daha çıkmadan önce bize para teklif etti. Biz size 250 bin dolat verelim siz bu filmin bu sahnelerini (çağrı merkezleri ile ilgili olan) yeniden çekin dediler. Onların istediği güzel bir çağrı merkezi olmasıydı. Bu operatör de %80 çağrı merkezlerini tekelinde tutan bir operatördü. Biz tabii bu teklifi kabul etmedik. Fakat piyasaya çıktıktan sonra engellemeye çalıştılar filimin gösterimini. Biz para kazanmak için yapmadığımız için bizim için hiç sıkıntı olmadı bu durum.

Filmden sonra ülkenin çeşitli yerlerindeki çağrı merkezlerinde örgütlenmeler oldu. Bir şeylere ilham olduk sanırım. Biz savaşalım diye buradayız zaten.

 

 

Hem bir sanatçı hem de adaletsizliklere karşı sessiz kalmayan biri olarak Kıbrıs ile ilgili ne düşünüyorsun?

Mert Fırat: Benim 2001 yılında Kıbrıslı bir arkadaşım vardı. Kız kemancı idi. Konservatuarda okuyordu. O dönemde Kıbrıs’ta yine çalkantılı olaylar vardı. O çok güzel bir laf etmişti. “Artık insanların bizim adımıza karar vermesinden ve bizim de bu oyunu oynamamızdan canım sıkılıyor” demişti. “Ben o topraklarda doğdum ve kendi toprağımda özgürce yaşamak istiyorum” demişti. Açıkçası ben çok üzülüyorum. Buranın sömürgeleştirilmesi, her zaman muhtaç durumda bırakılması, üretiminin olamamasına üzülüyorum. Yerli halkın 1/3’e düşmesine üzülüyorum. Burası her şeyi ile farklı. Ben İstanbul’da yerinden edilmiş Ermeniler için de üzülüyorum. Burası için de ayı durum söz konusu. İyice bir Türkleştirme söz konusu. Bana bir ara Kıbrıs sanki bütün dünyanın göz kulağı üzerinde bir ada gibi geliyordu.  Burada halkın bir biriyle derdi yok ki. Tabii belli bir milliyetçi kesim dışında. Ama iki halk arasında hiçbir sorun yok ki. Bu aslında komedi! Gerek NATO’nun gerek TC’nin gerekse de Yunanistan’ın üzerinde birçok oyun oynadığı bir toprak burası.

Bu arada ilk defa bir Türk filmi güney Kıbrıs’taki festivalde yarışıyor. Bizim film. Dört filmden biri hem de. İki halkın birlikte bir şeyler yapması lazım. Benim derdim sadece barış. Huzuru para ile de kan ile de alamazsın.

 

 

*Bu söyleşinin ilk hali 10 Ekim 2010 tarihli Havadis gazetesinde yayımlandı.