“AKP’NİN 10 YILLIK İKTİDARININ BİLANÇOSU TAM BİR FİYASKO”*

CHP milletvekili İlhan Cihaner Türkiye, AKP ve Ortadoğu’yu değerlendirdi…

“AKP’NİN 10 YILLIK İKTİDARININ BİLANÇOSU TAM BİR FİYASKO”*

CHP’nin (Cumhuriyet Halk Partisi) içinde, CHP’nin solunda duran, politika geliştiren ve radikal davranmaktan çekinmeyen bir milletvekili İlhan Cihaner. Onu ilk önce Erzurum Cumhuriyet Başsavcısıyken, İsmail ağa tarikatına yaptığı baskınla tanıdık. Ardından ise geçtiğimiz aylarda daha TBMM’de görüşülmeden sosyal paylaşım ağı üzerinden Savaş Tezkeresi’ni ortaya çıkarttığını gördük.

Sol muhalif kesimler içerisinde de sempati kazanan İlhan Cihaner, AKP’nin bugün geldiği noktayı tam bir fiyasko olarak tanımlıyor. Tüm boyutlarıyla, her alanda AKP’nin derinlemesine toplumsal hayatı dönüştürmeye çalıştığını vurgulayan Cihaner, gelinen noktada AKP’nin belli noktalarda zorlanmaya ve sıkıntılarla karşılaşmakta olduğunu ifade etti.

Eski rejimin, bir karşı devrimle yeni bir rejime dönüştüğünü savunan Cihaner, bu süreci 40’lı yıllara kadar götürülmesi gerektiğini düşünmekte. Eski rejimin de başta laiklik anlayışı olmak üzere eleştirilecek pek çok noktası olduğunu söyleten Cihaner “Türkiye hiç bir zaman laik olmadı ama eski yapıya sahip çıkan aydınlar, aydınlanma devriminden yana olanlar, Kemalistler hep ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ dedi. Oysa değildi. Cumhuriyet tarihsel olarak kuşkusuz bir kazanımdır ve ileri bir harekettir, sahip çıkmak gerekir. Ama ilerletilmesi de gerekirdi, daha demokratikleştirilmesi de gerekirdi” şeklinde konuştu.

Kıbrıs’la ilgili olarak ise şu anki koşullarda iki toplumlu, federatif bir yapıyı yerinde bir çözüm olarak görmediğini söyledi. Kıbrıs halklarının iradesinin belirleyici olması gerektiğine vurgu yapan Cihaner, içinden geçen çözümün ise bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs olduğunu belirtti.

 

Röportaj: Hasan YIKICI

Geçenlerde AKP’li bir milletvekili, “AKP hükümetten düşse de iktidarda kalmaya devam edecek” dedi. Deşecek olursak bunun altından pek çok anlam çıkartmak mümkün. AKP’nin on yıllık bir iktidar deneyimi ve bunun da bir bilançosu var.  Siz bir CHP’li milletvekili olarak bu on yıllık bilançoyu nasıl özetlersiniz?

Türkiye siyesetinde benzer nitelemeler daha çok tersinden yapılırdı: ‘Hükümet oldu ama iktidar olamadı’ şeklinde. Şimdi bunun tersinden yapıldığını görüyoruz. Bu, AKP’nin, ülkede olan bitene ilişkin artık hiç bir mazereti kalmadığının bir itirafı. Bir boyutuyla kadrolaşma itirafı, bir boyutuyla sermaye transferinin tamama eridiğinin itirafı, bir boyutuyla da ordudan bürokrasinin diğer alanlarına kadar tamamına kalıcı bir şekilde, fetih mantığıyla yerleştiğinin itirafı.

Bu kadar güç yoğunlaşması demokrasi için kabul edilebilir bir şey değil. Nitekim yaşadığımız sıkıntıların bir çoğu da bu güç yoğunlaşmasından kaynaklanıyor. Bu durum, çok vahşi bir şekilde, her türlü hukuksuzluk kullanılarak, her türlü demokratik gelenek göz ardı edilerek hayata geçiriliyor olmasından kaynaklanıyor. Yani bu tesbit, aslında itiraf olarak da alınabilir. Ama tabii meydan o kadar boş değil.

Bir meydan okuma niyetiyle de söylenmiş olabilir…

Meydan okumadan ziyade, bu lafın edildiği tarih, yavaş yavaş AKP’nin belli noktalarda zorlanmaya başladığı dönemdir: Dış politikada, Kürt sorununda, insan hakları gibi konularda; çizilen pembe tablolarla uyuşmayan makro ekonomide. Bunların hepsi üst üste gelince, bu konjektürde edilmiş olması, sanki yandaşlarına ya da iktidar bileşenlerine, “paniklemeyin gitsek bile bizim gücümüz devam edecektir” şeklinde bir umut vermek şeklinde de okunabilir.

AKP bir dönem açılımlar siyaseti izledi: Demokratikleşme açılımı, Kürt, Ermeni ve belli başlı konularda açılımlar… Fakat bugün Kürt sorununun ve Ortadoğu’da AKP’nin misyonunun geldiği noktaya baktığımızda bir duvara toslama durumu görülüyor. O açılımların patlak verdiğini ve AKP’nin içe doğru kapandığını, daha da saldırganlaştığını görüyoruz. Bu sürece nasıl gelindi?

Ben yurttaşlarımıza “eğer AKP’den bir açılım lafı duyduysanız ve bu açılımın hedef kitlesindeyseniz, oradan son sürat kaçın” diyorum. Ya var olan özgürlükleriniz geriletilecektir ya da cebinizde ne varsa ona göz dikmişlerdir. Bunu çok yaşadık. Roman açılımı dediler mesela. Roman açılımı, Sulukule gibi Roman yurttaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı yerlerin ranta teslim edilmesiyle sonuçlandı. Alevi açılımı dediler, çok büyük iddialarla geldiler. Gelinen noktada; Alevilerin nefes almalarına neden olan laiklik ilkesinin, var olan sıkıntılı halinden bile daha geriletilmesi söz konusu oldu. Madımak Oteli’nin, bırakınız Alevilerin talep ettiği şekilde müze yapılmasını; girişine katillerin isimlerini yazdılar. Zaman aşımından belli sanıklar kurtuldu… Ermeni açılımı tamamen gündemden çıkmış durumda. Kürt açılımı, Kürt sorununun çözülmesi ya da seçim barajının kaldırılması gibi belli daraltılmış özgürlüklerin iadesi bir yana, sorun uluslararasılaştırıldı ve daha da derinleştirildi.

Yani AKP bu açılım politikalarında söylediklerinin tam tersini yaptı. Bunun beceriksizliğe tekabül eden boyutları olsa da bu bir beceriksizlik değil, bir yönetme biçimi, bir propoganda biçimidir. Görüntüde askeri vesayeti geriletiyorum deyip nasıl Türkiye’yi militaristleştirdilerse, açılımlarda da aynı yöntemi uyguladılar. Sorunları çözmek yerine, sorunları kendi lehlerine yönetmek gibi bir yaklaşım. Kürt sorununda da, dış politikada da böyle oldu. Oysa AKP’nin iktidar olduğu on yıl içerisinde Kürt sorununun cözümü için çok elverişli noktalara gelinmişti. Bu fırsatların hepsi kaçırıldı. Dış politikada da benzer bir konjektür vardı. Ancak bir yandan emperyalizmle girdiği bu içli dışlı ilişki, neredeyse gönüllü taşeronluk, bir yandan yeni-osmanlıcı hezeyanlar, dış politikada da ülkeye, tarihin en kötü günlerini yaşatıyor.

Gönüllü taşeronluktan bahsettiniz… AKP’nin kendi iradesi dışında bir emperyal iradeye tabi olduğunu düşünüyor musunuz?

Özellikle bir dış politikadan bahsedeceksek, dışardan bir iradeye, emepryalizme referans vermiş oluyoruz. Davutoğlu’nun dış politikası aslında çok karikatüristik ve sığ  stratejik derinlik dedikleri ana hat üzerinde oluşturulmaya çalışıldı. Ama bu, orijinal bir doktrin değil. Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme projesinin değişik versiyonları vardı, onlardan birisiydi. Hatta çok ilginçtir 1999’da Meclis’te ABD Başkanı’nın yaptığı konuşmaya bakınız, neredeyse Davutoğlu’nun tırnak içerisinde dahice politikasının yol haritasının çizilmiş olduğunu görürsünüz. ABD politikacıları çok sever ilham lafını. Ama geldiğimiz noktada ne Türkiye’nin ilham verecek bir pozisyonu ne de uluslararası politikada bir saygınlığı kaldı. Tam bir fiyasko… Ayrıca Başbakan’ın refleks olarak verdiği bazı duygusal tepkilerden sonraki keskin dönüşlerini de bunlarla birlikte değerlendirdiğimiz zaman, başka bir iradenin Türk dış politikasının üzerinde daha belirleyici olduğunu teşhis edebiliriz. Yani sorunuzun cevabı net bir evet.

Arada boşluklardan, çatlaklardan istifade ederek kendi emperyal emellerini uygulamak istedikleri de olmuyor mu?

Bu bahsettiğim dış politikanın bir ayağı da yeni-osmanlıcılık yani, ecdadımzın gittiği her yere gideriz mantığı. Böyle, reel politikada karşılığı olmayan, hamasi nutukların hayata geçirilme çabalarını tek tük görüyoruz. Ama dünya ve dış politika o kadar basit, romantik işlemiyor. Suriye’de en önde koşuyordu Türkiye, Esad rejimine karşı verilen mücadeleyi en çok sahiplenendi. Ama son günlerde oyun dışı bırakıldı. Suriye’de belli bir aşamadan sonra; Amerika’nın “dur biraz” yaklaşımından sonra sizin dediğiniz çerçevede değerlendirilecek bir abartması oldu Türkiye’nin; savaş tezkeresi…

Ama gördük ki dış politikada bunun karşılığı yok. Çünkü bu tarz bir ağırlık oluşturabilmek için, bu tarz bir özerk politika oluşturabilmek için devletin iç bütünlüğünü, iç barışını sağlayabilmiş olması lazım. İyi kötü işleyen bir devlet olması lazım. Türkiye’de artık yönetilemeyen bir organizasyondan söz ediyoruz devlet dedğimiz zaman. Dünyanın en çok öğrencisinin, en çok gazetecisinin, en çok politikacısının tutuklu olduğu bir devlet… İstihbarat örgütünün başındaki kişinin, kurmay kadrolarının neredeyse tamamının terörist şüphesiyle soruşturma altında olduğu bir devlet… Herhalde böyle bir devleti kimse ciddiye almaz.

Açılımların hemen akabinde Balyoz, Ergenekon, KCK gibi bir fırtınanın gelmesini neye bağlıyorsunuz?

Bu soruşturmaları bir taşla iki kuş vurmak olarak değerlendiriyorum. Bundan kastım şu; kendisine muhalefet yapabilecek kesimleri, muhalefetin değişik renklerini kriminalize etti ve saf dışı bıraktı. Bunların bazılarının örgütlerine yönelik oldu, bazılarının kendilerine yönelik oldu ama bu sayede ülkede bir korku yarattı. Eğer internette bir yazıyı paylaşmak, beğenmek bir terörist suçlamasıyla karşı karşıya kalma riskini barındırıyorsa, kitaplar toplatılıyorsa, insanlar özel hayatlarında hukuksuz bir şekilde dinleniyorsa… Bunlar hep bu davalar üzerinden oldu. AKP, planladığı toplum tasarımında ceza yargısını bir manivela gibi kullandı. Bu davalardan birinci avantajı bu oldu. İkinci avantajı; kendi karşı hegemonyasını, toplum tasarımını kurarken rızayı da bu davalar üzerinde inşa etti. Yani darbecilerle hesaplaşıyoruz dedi ama en has darbeciyi demokrasi kahramanı ilan etti. Darbecilerle mücadele ediyoruz dedi ama darbecilerin katlettiği gençlik önderlerinin fotoğraflarını bulundurmayı bir terörist eylem olarak nitelendirdi. Bunun üzerinden yeni bir iklim oluşturdu ve bu “ileri demokrasi”, “askeri vesayetin geriletilmesi”, “darbecilerle hesaplaşıyoruz” gibi çok cilalı sözlerle uluslararası camiada da kendine yer etti. Ama yavaş da olsa bunun hiç de göründüğü gibi olmadığı daha yüksek sesle dillendiriliyor. İşte AB ilerleme raporu, uluslararası gazetecilik örgütlerinin raporu, bağımsız yargı örgütlerinin eleştirileri artık daha yüksek dillendiriliyor. Ve yalanla dolanla kurdukları o cilalı imajın sırları dökülmeye başlıyor.

Son zamanlarda, siyasi içeriği doldurulmadan söylenmiş olsa da Tayyip Erdoğan’ın sultan, padişah olduğu söyleniyor. Diğer taraftan da Türkiye’de ikinci cumhuriyet tartışmaları yapılmakta. Tayyip Erdoğan’ın bugün yarattığı cumhuriyetin, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet ile aynı olmadığı ve bambaşka bir tablo olduğu… Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Eski Cumhuriyet artık miyadını doldurmuş muydu da böyle bir tartışmaya zemin oluştu yoksa aslında AKP’nin 80’lerden beri yürütülen kavganın sonucu olarak mı böyle bir noktaya gelindi?

İkisi iç içe geçmiş durumda. Türkiye’de süreç değişik şekillerde adlandırılıyor. ‘Karşı devrim’ şeklinde nitelendirenler var, ‘ikinci cumhuriyet’ olarak nitelendirenler var, yeni rejimin inşaası diye, ‘pasif devrim’ diye söyleyenler var. Pek çok kavramlaştırma var ama hepsinin işaret ettiği, eski rejimden belli noktalarda kopuş… Adına Atatürk cumhuriyeti, aydınlanma devrimi, birinci cumhuriyet ne derseniz deyin, bu adlandırmalara takıldığımızda başka şeylere de işaret etmiş oluyoruz. Bu yeni olan yapıyı  eğer bir karşı devrim süreci olarak ele alacaksak, ben çok daha eskilere götürmek gerektiğini düşünüyorum. Belki de 40’lı yıllara kadar götürmek ve oradan buralara gelen bir süreç olarak görmek lazım. Eski yapının da eleştiriden ari olmadığını da görmemiz lazım. Örneğin rejimin omurgasını oluşturduğunu kabul ettiğimiz laiklik ilkesi. Türkiye hiç bir zaman laik olmadı ama eski yapıya sahip çıkan aydınlar, aydınlanma devriminden yana olanlar, Kemalistler hep ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ dedi. Oysa değildi. Cumhuriyet tarihsel olarak kuşkusuz bir kazanımdır ve ileri bir harekettir, sahip çıkmak gerekir. Ama ilerletilmesi de gerekirdi, daha demokratikleştirilmesi de gerekirdi. Kendi içinde güçlü, radikal bir eleştiri gelemediği için çözümü de koyamadı. Sloganlarla belli yapılara sahip çıktığını zannetti. Oysa eğer gerçekten, laiklik örneğinde olduğu gibi, o kavramların içi boşaltılmasaydı, bir hukuk devleti inşa edilebilmiş olsaydı, herhalde bugünkü karanlık tabloyla karşı karşıya kalmazdık.

Bu sorunu Kemalist devrimin niteliğinde de aramakta fayda var mı? Kemalist devrime genelde getirilen eleştiri yukarıdan, tepeden inmeci olması…

Devrimler zaten yukarıdan olur ağırlıklı olarak. Halk oylamasıyla devrim yapılmaz. Tabii değişik varyasyonları da vardır, kitle hareketiyle olanı da vardır. Ama Türkiye’nin özgün koşulları içerisinde Kemalist devrim yapabileceği şeyi yapmıştır ve ileri bir harekettir, sahip çıkılması gerekir. Kadın hakları, egemenliğin halka verilmesi… Ama sonrasında bunlar ilerletilmedi, tam tersi kuruluşun, sahip çıkılması gereken idealleri geriletildi, geriletilmesi gereken başka yapılar ön plana çıktı. Onun için süreci, karşı devrim olarak okuyanların bu süreci daha gerilere götürmesi gerekir diyorum.

Geriletilmesi gerekip ön plana çıkan şeyler nelerdir?

Mesela eğitimin gericileştirilmesi, eğitimin laiklik ilkesine aykırı bir şekilde İslam’ın yalnızca bir yorumunu iktidar yapacak şekilde kurgulanmış olması. Hukuk devletinin daha güçlendirilip hayata geçirilememesi. Demokrasilerde olması gereken karşı denge, fren mekanizmalarının hayata geçirilememesi. Eşit yurttaşlığın hayata geçirilememesi…Bunlar eğer daha dikkatli yürütülseydi bugün dağlarında yoksul çocuklarının öldüğü bir ülke olmazdık ya da hala gazetecilerinin tutuklandığı, yurtseverlerinin zindanlara tıkıldığı bir ülke olmazdık.

Burada (Kıbrıs’ta) küçük yaştaki çocuklar için Kur’an kursları başlatıldığında, sendikalar ve ilerici örgütler Kur’an kurslarını basıyor ve engelliyordu. Bu önemli bir gündem olmuştu, bir kesimi de rahatsız etmişti. Sizin de böyle deneyimleriniz olduğunu biliyoruz… Anlatır mısınız?

Türk ceza hukukunda izinsiz eğitim kurumu açmak suç. Yani okul öncesi eğitim kurumları açılabilmesinin belli bir prosedürü var. Bu kurslar prosedüre uymuyordu. Ceza Yasası’nda suç olarak tanımlanmış bir eylemi işliyorlardı. Maalesef Türkiye’de çok yaygın olarak yapıldığı halde Cumhuriyet savcıları şu yada bu gerekçelerle bunların üzerine gitmiyorlar. Bunlar ağırlıklı olarak okul öncesi çocuklara eğitim veriyorlardı ve pedagojik formasyona sahip olmadıkları, bir medresede yetiştirilip merkezden tayin edildikleri gibi, bu pedagojik yanlışlar dışında çocuklara cinsel istismar gibi çok yaygın bir takım hukuk dışılıkların olması da söz konusuydu. Ayrıca inanan yurttaşlardan, Kur’an kursuna yardım, Filistin’e, Çeçenistan’a yardım gibi adlar altında inanılmaz paralar toplanıp kişisel servetlere dönüştürüldüğünü soruşturuyorduk biz. Bu soruşturma içerisinde bakanların da başka suçlarının olduğu yönünde çok güçlü emareler elde edildi. Tabii onlara genişletilince polis akademisi sorularının sınavlarını çalınması gibi başka soruşturmalarla da birleştirildi. Ve bu yapının devam edebilmesi için durdurulmam gerekiyordu. Telefonla veya başka şekilde baskı yapmaya çalıştılar. Bakanlardan birisi arayıp soruşturmayı durdurmamı istedi. Benzer bir talep Adalet Bakanlığı bürokratlarından geldi. Dosyayı Erzurum’daki başka bir mahkemeye aktardılar ve biz bunlara boyun eğmeyince de o malum süreç başladı. Benim özgürlüğüm de kısıtlandı.

Şu sıralar CHP’nin kendi tabanından da, sol kesimlerden de CHP’nin yaptığı muhalefetin yetersiz ve eksik olduğu, ciddi anlamda muhalefet yapamadığı şeklinde bir eleştiri var. Diğer taraftan AKP’nin alternatifsiz olduğu için Türkiye siyasi arenasında bu şekilde bir özgüvenle esip gürlediği şeklinde görüşler de var. Siz bir CHP milletvekili olarak, CHP’nin AKP’ye alternatif oluşturamaması söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne olması gerekir gerçek bir alternatif olması için?

Alternatif dediğiniz zaman iki şeye işaret ediyorsunuz. Bir kadro olarak alternatif, iki program olarak alternatif. Kadro olarak, AKP’nin kullandığı nefret söylemi, adeta bir belediye şirketini yönetir gibi, uzmanlığı, bilimi dışlayan yaklaşımı mı, bu zihniyetteki kişiler mi daha inandırıcıdır, daha iyidir? Ben kadro olarak CHP ile AKP’nin mümkün değil, bu anlamda mukayesesini bile yapmam. Kuşkusuz CHP, alternatifi de aşan bir potansiyele sahiptir. Programa gelince; AKP’nin programını hiç kimse bilmez. Çünkü AKP alel usul bir siyaset izliyor, gündelik bir siyaset izliyor. Dış politikada gördük programlarını, ekonomide gördük… Ekonomi bir başarı hikayesi olarak anlatılıyor ama, makro rakamlara baktığınız zaman bambaşka bir tablo çıkıyor. Artan dış borç, cari açık, ekonomiye sürekli enjekte edilen kaynağı belli olmayan para, altın ile yapılan ödemeler… Sağlık politikalarının cilasının dökülmeye başlaması… Bunlar ilk akla gelenler… Bunlara bakınca AKP’nin program olarak da bir üstünlüğünün olmadığını görüyorsunuz. Dünyanın en pahalı elektriğini, dünyanın en pahalı akar yakıtını, dünyanın en pahalı etini tükettiğiniz bir ülkede, on yıldır iktidar olan bir yapıya “bunlar iyi, CHP  bunlara alternatif olamıyor” diyorsak bence kriterlerimizi gözden geçirmek lazım. Ya da bizi bu düşünceye iten mekanizmalara bakmamız lazım. Ama şu da var: CHP’nin muhalefeti yeterli mi? Muhalefet hiçbir zaman yeterli olmaz. Muhalefet, yeteri kadar muhalefet yaptığı anda zaten iktidar olmuştur. Dolayısıyla hiç kimse şu ya da bu parti için muhalefeti yeterlidir diyemez. Ama şunu diyebilir; CHP tüm yoksulluklara rağmen, bu yoksulluklara, medya desteğini, parasal gücü dahil edebiliriz, bunarla ilgili eşitsiz yarışma koşullarına rağmen elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Ve şunu da tesbit etmemiz lazım; muhalefeti parlamento içi ve dışı diye kabaca ikiye ayıracak olursak, parlamentoda sanırım dünya parlamento tarihinde görülmedik bir şekilde parlamentonun işlevsiz hale geldiğini görüyoruz. Yani orada bir muhalefet alanı, yasalarla, fiili uygulamalarla kalmadı diyebilecek noktada CHP. Çünkü dünyanın hiç bir yerinde yoktur ki tüm komisyonların başkanları iktidar partisinden olsun, dünyanın hiç bir yerinde yoktur ki parlamentoda ne olup bittiğini gözlerden ırak tutmak için yayınlar kesilsin. Eskiden TBMM’nin çalıştığı sürece yayın yapan bir TV kanalı vardı. Şimdi onu günde iki-üç saatle sınırladılar, ondan sonra geçmiş yıllardaki maçları yayınlayan bir kanala dönüştü. Dünyanın hiç bir parlamentosunda, baş denetmenin ya da ombudsmanın tamamı iktidarın içinden seçilsin. Bunları üst üste koyduğunuz zaman parlamentoda söylediğninin bile dışarı yansıtılamadığı bir yapı var. Dolayısıyla CHP’nin muhalefet performansını, ciddi kriterler üzerinden değerlendirmemiz lazım. Parlamentoda ne yapabilir, bunları yapıyor mu yapmıyor mu? Yapılabilecek her alanda, her şeyi yapıyor parlamento içerisinde. Parlamento dışı muhalefete gelince; CHP’nin geleneksel olarak çok alışık olduğu bir muhalefet tarzı değildi. Ülkenin koşulları da bunu dayatmıyordu. Medyasıyla, demokratik kitle örgütleriyle bu kadar boğulmuş bir iklim yoktu. Şu anda öyle bir yapı var ve bu da zorunlu olarak CHP’yi parlamento dışı muhalefet olanaklarını daha fazla araştırmaya zorluyor.

 

Parlamento dışı, sosyalist solla ilişkileriniz nasıl?

Aslında objektif koşullar, bunu da zorluyor. Emekçilerin direnişlerinde, ülkenin önemli sorunlarına ilişkin bir takım davalarda omuz omuza gelmeyi dayatıyor.  Zaman içerisinde ilişkilerin daha da güçleneceğini tahmin ediyorum.

Son olarak Kıbrıs sorununa değinelim. Türkiye’deki sosyalist, devrimci, radikal solun geliştirdiği perspektif, sorunu, Kıbrıs halklarının kendilerinin çözmesi ve “gönlümüzde yatan bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs’ın olmasıdır” yönünde açıklamalarda bulunuyorlar. CHP’nin perspektifi ise biraz daha farklı; resmi ideolejiden kopamamış veya resmi Türk tezlerine bağlı bir teorik gelişimi var. CHP’nin veya sizin duruşunuz nedir Kıbrıs konusunda?

Seçim bildirgemizden Kıbrıs sorunu ile ilgili kısmı aktarayım: CHP, “Kıbrıs sorununun, Kıbrıs Türk ve Rum taraflarınca kabul edilebilecek, adil bir çözüme ulaştırılması için yapılacak tüm görüşmeleri destekleyecektir. CHP, Kıbrıs sorununun kalıcı bir şekilde çözüme kavuşması ve doğu akdenizin bir barış havzası haline gelmesi için tüm gücüyle çalışacaktır.” Yani bu, Kıbrıs halklarına güçlü bir vurgu içeren bir yaklaşım. Bunun sosyalist solun bahsettiğiniz formülasyonuyla çelişir bir tarafını göremiyorum. İradeyi, vurguyu Kıbrıs halkına yaptığınız zaman, eğer Kıbrıs halkları gerçekten sosyalist solun belirttiği gibi, birleşik, bağımsız, iki toplumlu bir Kıbrıs idealinde buluşursa, buna CHP bir şey demeyecektir. Seçim bildirgemizde Kıbrıs halkının Türkiye ile olan ilişkisi de Kıbrıs halkının inisiyatifine bırakılıyor. AKP gibi “paranızı biz veriyoruz” demiyor, çok çirkin aşağılayıcı bir yaklaşım… Ya da “Kıbrıs önemli ama stratejik olduğu için önemli” demiyor CHP. Kıbrıs halkının iradesine çok güçlü bir vurgu var. Kıbrıs sorunu, dünyadaki pek çok sorun gibi dinamik bir sorun, belki yeniden güncellenmesi de gerekebilir.  Ama CHP’nin Kıbrıs sorunu ile ilgili şu andaki ana çerçevesini sorunlu olarak görmüyorum. Bence siz de görmeyin…

CHP’nin burada  barışı istemeyen, zaman zaman Taksim’den yana, zaman zaman  kktc’ci veya TC’ci, Türk milliyetçiliği içierisinde gelişen ulusal kanatla sıcak ilişkiler içerisinde olduğu gözlemleniyor.

Partilerin görüşleri programlarında, seçim bildirgelerinde belirtilir. Ya da Genel Başkanları’nın açıklamaları vardır. Esas olan onlardır. Her parti içerisinde şu ya da bu şekilde düşünen kişiler olabilir. Burada da özellikle Annan Planı’na güneyden hayır çıkmasıyla zemin sallandı.

Sizin içinizden geçen çözüm nedir?

Şu andaki koşullarda birleşik, bağımsız, iki toplumlu, federatif bir yapıyı doğrusu çok fizibıl görmüyorum. Ama Güney’den dolayı görmüyorum; hayır çıkmış olması bu konuda biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Kıbrıs’ın bağımsız, kendine yetebilen, kendi ayakları üzerinde durabilen bir devlet olarak varlığını sürdürmesini istiyorsak, şu andaki statünün çok sıkıntılı olduğunu da tesbit etmemiz lazım. Bir yandan ambargolarla boğuşuyor, bir yandan Güney’in AB’ye tam üyeliği ile gelişen yeni statü bunu çok zorluyor. Ben mevcut durumu geçici bir statü olarak görüyorum. İleride neler olur bilemiyorum ama Kıbrıs eğer bu birlikte yaşama iradesini gösterirse bir bütün olarak, sanırım en ideal çözüm bu olacaktır. Bu benim kişisel görüşüm.

En ideal çözüm bağımsızlıktır diyor musunuz?

Kuşkusuz her ülke için aynısını savunmak gerekir. Ama o olmayacaksa da farklı bir statüye evrilmek  gerekecek. Şu anki, çok sürdürülebilir bir statü değil. Fakat AB de, sanki Güney Kıbrıs da, Türkiye de sorunu buz dolabına kaldırmış gibi görünüyor. Ortadoğu’nun yeniden şekillenme sürecinde belki yeniden tartışma konusu yapılabilirse… Doğu Akdeniz’de İsrail’in Güney’le birlikte, doğal gaz ve petrol arama girişimi, arkasından Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge ilan etmesi… Bunların hepsi Kıbrıslıların özne olarak değil de nesne olarak algılandığını gösteriyor. Buna Güney’i de dahil edebilririz.  Benim kişisel olarak içimden geçen ve Kıbrıs’taki iç dinamiklerden de algıladığım doğru çözüm; bağımsız, birleşik, eşit bir yapı. Burada mevcut durum nedeniyle Türkiye’nin garantörlüğü tartışılabilir. En azından belli sorunların çözümlenmesine kadar. Ama ideali kuşkusuz barış içerisinde birleşik bağımsız Kıbrıs. Ama şu koşullarda bu çok fizibil midir tartışılır…

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey…

Burada olmaktan memnuniyetimi ve tüm Kıbrıslılara saygılarımı ileteyim.

 

*Bu röportaj ilk olarak 30 Aralık 2012 tarihinde, Afrika Pazar Ek’inde yayınlandı.