“AKP’den öncekiler Kıbrıs’ta Türklüğe vurgu yapıyordu, AKP İslam’a daha fazla vurgu yapıyor”*

Türkiye’deki emek, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli adreslerinden olan ÖDP’nin Eş Genel Başkanı Alper Taş:

“AKP’den öncekiler Kıbrıs’ta Türklüğe vurgu yapıyordu, AKP İslam’a daha fazla vurgu yapıyor”*

 

 Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bir dönem Türkiye solunun birleşik siyasetinin adresi olmuştu. Süreç içerisinde yaşanan ayrılıklar ve bölünmeyle birlikte sol hareket de kazandığı motivasyon ve morali kaybetti. Bugünlerde ÖDP ‘AKP’yi yıkalım Türkiye’yi yeniden kuralım’ şiarıyla yeniden bir toparlanma sürecine girdi.

 

ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, geçtiğimiz hafta Baraka’nın düzenlediği Ortadoğu panelinde Kıbrıs’ın bir emekçi cumhuriyetine dönüştürülmesi gerektiğinin söylemişti.

 

Ada’dan tüm yabancı güçlerin çıkmasını savunan Taş Kıbrıs’ın bağımsızlığının koşulunu da buna bağlıyor. “Kıbrıs’ı bölen de Amerikancı Enosis politikalarıyla, İngilizci Taksim politikalarıydı. Türkiye Yunanistan, ABD ve İngiltere, hepsi Ada halklarının kendi kaderini belirlemesini engelleyen güçler. Bu güçlerin etkisi azaltılmadan bağımsız ve birleşik Kıbrıs’a ulaşılmaz” şeklinde görüşlerinin aktaran Taş, Kıbrıslı Türk halkının mücadelesinin yanında yer aldıklarını da ifade etti.

 

Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde emperyalizmin aktif taşeronu misyonunu taşıdığını söyleyen Taş, Ortadoğu’da yürütülen Türkiye dış politikasının da başarısızlıkla sonuçlandığının altını çizdi.

 

 Röportaj: Hasan YIKICI

 

Bir söyleşinizde şöyle diyorsunuz: “Emperyalizme rağmen emperyal bir vizyondan bütünüyle söz etmek, Türkiye emperyalizmden bağımsız bir şekilde bölgede politika geliştiriyor, kendi bağımsız gücüyle siyaset yapıyor diye bir şey söz konusu değil.”  Bu kapsamada, savaş tezkeresinin geçmesiyle birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’da ne gibi bir misyona sahip olduğunu söyleyebiliriz?

 

Türkiye Cumhuriyeti devleti AKP’siyle, sermayesiyle ve yeni yapılandırılan ordusuyla uzun zamandan bu yana bir bölgesel güç olma hedefi ve stratejisiyle hareket ediyor.  Özellikle ikiz kulelerin vurulmasından sonraki süreçte AKP gibi bir parti böyle bir siyasetin taşıyıcısı oldu. Yani bölgenin emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılması için bir model ortak yaklaşımı içerisine girdi. Obama’nın TBMM’ye yaptığı ziyaretle Türkiye ile emperyalizm, ABD arasındaki ilişkileri bir stratejik ilişkiden daha öte bir model ortaklık ilişkisine doğru taşındı. Ve bu model ortaklık projesi çerçevesinde bölgenin İslam coğrafyasının yeniden yapılandırılması, emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi doğrultusunda TC önemli bir rol aldı. Doğal olarak bir bölgesel güç olma siyaseti, bölgenin ana güç olma siyaseti Türkiye egemenlerinin temel siyaseti haline geldi.

 

Peki Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmden bağımsız hareket edebildiğinden bahsedebilir miyiz?

Şimdi bu tabii emperyalizmden bağımsız bir rol alma yaklaşımı değil elbette. Bunun adını biz Türkiye solunda ‘aktif taşeronluk’ olarak tanımlıyoruz. Ama bazı çatlaklardan da yararlanmadığı anlamına gelmez bu. Çünkü  Ülkenin yer aldığı coğrafya 21.yy’ın ana hegemonya kavgasının emperyalist güçler arasında sürdüğü bir coğrafya. Bu coğrafyada AKP; Avrasyacı ve Atlantikçi kesimler, emperyalistler arası çelişkilerinden hareket ederek, zaman zaman bu çatlaklardan yararlanarak özerk hamleler de yapmaya çalışıyor.

 

Emperyal emelleri var diyebilir miyiz yani?

Evet, emperyal bir vizyonla hareket ediyor. Neo-osmanlıcılık böyle bir şey. Yani bir tür eski Osmanlı coğrafyasına hükmetme, o alanda bir hegemonya oluşturmak.

Şimdi, tabii böyle bir siyaset konusundaki en ciddi sınavı Suriye meselesinde oldu. Suriye meselesi kendisi için, bu bölgesel güç olma hedefi konusunda önemli bir rüşt ispat etme alanı olarak gördü.  

 

ABD artık bölgeden askeri varlığını çekerek, Çin’i çevrelemek amacıyla Asya-Pasifik hattına kaydırdı. Bunu yaparken de bölgeyi kendine yakın güçlerin inisiyatifine bıraktı. Bu güçlerden biri de Türkiye’dir.

Bunu kendisine fırsat bilen AKP, bölgedeki gücünü pekiştirmek ve yükseltmek için Suriye meselesinde, Esad rejimini devirmeye yönelik muhalefeti kendi topraklarında örgütledi. Esad’ın işini bitirip kurucu bir aktör olarak belirmek amacındaydılar.

 

 

Fakat bu konuda bir krizle karşı karşıya kalınca, ki kaldı, bölgesel güç olama hedefi önemli oranda yaralandı. Gelişmeler ortaya çıkarttı ki AKP kraldan fazla kralcılıkla ve yanlış taktiklerle bu sürecin üstesinden gelemedi. Bölgesel güç olma hedefi büyük yara aldı. Yani stratejik derinlik stratejik bir fiyaskoyla karşı karşıya kaldı.

 

Şimdi burada bir bölge gücü olarak AKP modelini kendine örnek alan Mısır ön plana çıkıyor. Nursi önderliğindeki Mısır, Gazze saldırıları sonrası sağlanan ateşkesle birlikte bölgenin yeniden bir yıldızı haline dönüştürülüyor. O yüzden Türkiye bu bölgesel güç olma hedefini, emperyalizmin ihtiyaçlarını da gözeterek yapabilme kudretini kaybettiğinden dolayı, şimdi bölgesel güçler ittifakı oluşturulmaya çalışılıyor.

Bu da sanırım Mısır, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ekseni üzerinde oluşacak. Türkiye artık tek başına yapmayı  denediği ama yapamadığı emperyalizmin bölgeyi dizayn etme konusundaki koç başı rolünü diğer  güçlerle beraber paylaşarak, Amerikancı bir İslami hareketin, emperyalizmle uyumlu bir İslami hareketin, İsrail’in güvenliğini azami ölçüde göz önünde bulunduran, bunu riske atmayacak bir ılımlı İslamcılığı bölgeye yayamaya çalışacak.

 

Yani neo Osmanlıcı hayallerin bitmediğini fakat ilişki dengelerinin değiştiğini söyleyebiliriz.

Bitmedi, biçim değiştirdi. AKP bu hedefinden vazgeçmiş değil. Çünkü Tayyip Erdoğan en son yaptığı seçim konuşmasında hep bu vurguyu yaptı. Ustalık dönemi dediği aslında bölgesel aktör olma hedefidir. Bu siyaseti başta yumuşak düşlerle yapacaklarını söylediler. Ama bölgesel güç olma bu yumuşak araçlarla mümkün değil. Doğal olarak bölgeye dönük daha sert araçlarla yani askeri araçlarla yaklaşmaya başladı. Bir bölge gücü olma ve yeni-osmanlıcılığı yaygınlaştırma eğiliminin en somut örneği Suriye meselesinde yaşandı.

Suriye’ye doğrudan bir müdahale içerisinde olmamakla beraber Türkiye, Suriye’nin hem askeri muhalefetini hem de politik muhalefetini kendi topraklarında örgütledi. Bu konuda Türkiye’ye bir de rol verildi. Ama ortaya çıkan tablo Türkiye’nin bu rolü oynayamadığıdır. Suriye muhalefetin merkezi Katar’a taşındı ve Suriye ulusal konseyi yeniden yapılandırıldı.  Bu Türkiye’nin bütünüyle sürecin dışında bırakıldığı anlamına gelmiyor. Fakat daha önce Türkiye’nin belirleyicisi olduğu süreç artık daha kolektif güçlerce, bir koalisyon olarak yürütülmeye başlandı.

 

 Ortadoğu aynı zamanda halk hareketleriyle de kaynıyor. Belki en doğrusu farklı ülkelerdeki hareketleri farkılı farklı bir değerlendirmeye tabii tutmaktır. Fakat genel olarak orada bir ‘devrim yaşanıyor’ diyenler de var diğer yandan oradaki çatışmaları Atlantikçilerle Avrasyacılar arasında bir iktidar olma kavgası olarak yorumlayıp Esad gibi rejimlere anti-emperyalist anlamlar katanlar da var. Siz yaşanan ayaklanmaları ve geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Genel hatlarıyla bu Arap Baharı diye ifade edilen sürece baktığımızda, özellikle Tunus’ta başlayan Mısır, Libya, Suriye, Yemen, bir yönüyle Bahreyn’de olan gelişmelere bütünlüklü olarak baktığımızda sol içindeki değişi kesimlerdeki tartışma iki eğilim olarak ortaya çıktı. Az önce siz de ifade ettiniz. Bir kesim bunu devrimci  dalga, devrimler ortaya çıkıyor gibi bir yaklaşımla, fazlasıyla abartarak, bir tanım yaptı.

Diğer yanıyla da olan biteni emperyalizmin bir komplosu, emperyalizmin bir tür bölgeyi dizayn siyaseti olarak ele alan bir yaklaşım da ortaya çıktı.

Biri bölgenin iç dinamiklerine abartılı rol biçti, diğeri ise dış dinamiklere abartılı rol biçti. Bu iki uç eğilim de doğru değil bence.

Her ülkenin kendine ait bir özgünlüğü var. Birbirine benzemiyor. Ama sonuçta şunu söylemek lazım. Yıllardır ezilen, sömürülen, diktatörler tarafından yönetilen ama giderek son dönemlerde neoliberal politikalarla da daha da fazla sömürülen, ayağa kalkamaz, hakkını isteyemez, isyan edemez denilen, tembellikle, miskinlikle, kadercilikle suçlanan halklar ayağa kalktı. Birincisi bunun önemini görmek lazım, altını çizmek lazım.

Mısır ve Tunus’ta ortaya çıkan gelişmeler bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Bunlar ABD emperyalizminin komplosu olarak ortaya çıkan gelişmeler değildir. Tam tersine Mübarek ve Binali rejimine karşı birikmiş öfkenin ve bu yapıların ortaya çıkarttığı sömürünün, neoliberal yoksullaştırma politikalarının sonucu olarak halklar bu diktatörlüklere isyan etti. Bunu görmek lazım.

ABD durumu önce anlayamadı zaten. Sonra bu sürecin bütünüyle emperyalist-kapitalist sisteme karşı bir tehlike haline gelmemesi noktasında kontrollü bir süreç örgütlemeye çalıştı. Bunu özellikle Mısırda ordu eliyle yapmaya çalıştı. Sonuçta bu ayaklanmaların ciddi bir anti-emperyalist ve anti-kapitalist kalkışmaya evrilmesini önlemek için bir tür kendi kontrolündeki reforum adımlarına yön verdi. Ve daha önce kendisinin beslediği, kendisinin büyüttüğü diktatörlerden vazgeçti. Yani artık o atlarla yürüme şansı yoktu, atları değiştirme ihtiyacını ortaya koydu. Şimdi doğal olarak orada tarih bitmiş değil. Bir emperyalist müdahale oldu. Fakat orada süreç bitmiş değil. Mısır’da bugün yaşananlar o sürecin, sınıf mücadelesinin devam ettiğini ortaya koyuyor.

 

Dalga dalga gelişen bir süreç var orada.

Mesela Tahrir isyanı birincisi Mübarek’e karşıydı. İkincisi orduya karşı oldu. Orduya karşı Müslüman Kardeşler hiç sesini çıkartmadı. Ama şimdi üçüncü Tahrir ayaklanması Nursi’ye ve Müslüman Kardeşlere karşı. Doğal olarak orada sınıf mücadelesi devam ediyor. Daha da devem edecek gibi gözüküyor. Ama şu an Nursi inisiyatifiyle emperyalist güçlerin Mısır’ı yeniden yapılandırmalarının ortaya çıktığını görüyoruz.

Tunus’da yine halk muhalefeti dinmiş değil. Fakat Libya’da yaşanan başka bir şey. Halk hoşnutsuzlukları doğrudan emperyalist müdahale ile şekillendirildi. Suriye’de de ayaklanmalar başlangıçta bir yoksul halk hareketi olarak gelişti fakat bu yoksul halk hareketinin yürüttüğü barışçıl ve demokratik mücadele karşısında özellikle Müslüman kardeşler ve İslami güçler vasıtasıyla bu muhalefet başka türlü bir muhalefete dönüştürüldü ve Esad’a karşı daha demokratik muhalefetin sürdürücüleri geri planı çekildi.

Yani bu emperyalist müdahale zaten öncelikli olarak Suriye halkının kendi kaderini tayin etmesini engelledi. Yoksa Suriye halkı kendi kaderini tayin ederek, demokratik muhalefet zeminini büyütüyordu. Buna dışarıdan geliştirilen askeri müdahale Suriye’deki sürecin demokratik bir biçimde sonuçlanmasını sekteye uğrattı. Tamamıyla etnik ve mezhepsek bir çatışmaya, gerici bir iç savaşa doğru giden yolu döşedi.

 

Bölgedeki emperyalist güçleri tanımlar mısınız?

Kavga belli. Bölgede iki güç var. Biri Amerikancı güçler. Bunlar Kuveyt, Suudi Arabistan ve Türkiye ve Katar’dır.

Diğer taraftan da İran, Suriye Hizbullah ve Filistin’deki Hamas.

Buradaki amaç bu cepheyi zayıflatmak. Suriye’yi düşürdükten sonra zaten Lübnan Hizbullah’ını bitirecekler. Hamas’ı zaten son Gazze operasyonu ile Batıcı eksene doğru çektiler. Zaten Hamas, karargahını Suriye’den Katar’a taşımıştı. Buradan baktığımızda Hamas da bir biçimde bu cepheye alınıyor. Ve son noktada da İran’ın kuşatılmasıyla karşı karşıya kalacağız. Bölge piyasa toplumuna açılacak, ABD ile uyumlu, ılımlı İslamcı bir şekilde yapılandırılacak.

Doğal olarak da burada AKP modeli bir tür Müslüman Kardeşler modeline dönüştürülecek. Türkiye’de AKP eliyle yapılan bölgede Müslüman Kardeşler eliyle yapılacak. Bu konuda da bir noktada emperyalizmin lehine olumlu bir havanın görünür olduğundan bahsedebiliriz. Ama süreç devam ediyor. O yüzden süreçten emekçiler, ezilenler lehine neler olabilir, neler gelişebilir bunlar bizim açımızdan önemli.

Bambaşka dinamiklerle bölgenin daha demokratikleşmesi, emek eksenli bir bölge haline gelmesi hepimizin beklentisi. Ama biraz da gerçekçi olmak gerekirse uzun yıllardır bölgenin ilerici dinamikleri geriletildi; Soğuk Savaş dönemi boyunca oldukça budandı, tasfiye edildi, ezildi ve bastırıldı.

 

Bütünlüklü baktığımızda neoliberalizmin tahribatı Güney Amerika’da, o tarihsel mücadele geleneğinin bir ürünü olarak solcu, halkçı hükümetler ve  iktidarlar yaratırken;  Ortadoğu’da bu neoliberalizme karşı muhalefet ılımlı İslamcı ve İslamcı hükümetleri, laik diktatörlüklerin yerine İslamcı diktatörlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Şu an görünen tablo bu.

 

 On yıldır AKP iktidarda. Bunun karşısında muhalefetin durumu nedir? Ve bu on yılın bilançosunu nasıl çıkartırsınız?

AKP, rejimi yeniledi. Bu doğrudur. Yani emperyalist sistemin ihtiyaçlarına göre, her yönüyle yeniledi. Ama bu AKP ile başlayan bir süreç değil. Bunun evveliyatı var. 12 Eylül, Özal ve Derviş’li süreçler var. 28 Şubat var. Bunlar hep bugünün zeminin oluşturdu. Bunlara bir bütün olarak baktığımızda, Türkiye’deki kapitalist rejimin yeniden yapılandırılmasını görüyoruz. AKP bu sürecin en üst zirvesi. Ve eski düzeni, Soğuk Savaşla birlikte geride bırakılması gereken düzeni AKP tasfiye etti.

CHP’nin kurduğu devletten AKP’nin kurucusu olduğu yeni bir devlete geçtik. Bunu söyleyebiliriz. Örneğin yeni rejim dediğimiz nedir? Bunun özelliği muhafazakarlaşmanın derinleşmesidir. Türkiye toplumu muhafazakardı ama artık bu daha da derinleştirilmiş bir muhafazakarlık haline dönüştü.

AKP bunu sınırsız bir muhafazakarlık olarak hayata geçiriyor. Televizyonda  izleyeceğimiz diziden, nereye camii yapılacağına kadar bir tür tek bir yaşam tarzının dayatıldığı, tepeden inme laikçiliğin az da olsa kırıntılarının bütünüyle tasfiye edildiği, gündelik ve toplumsal yaşamın daha da dinselleştirildiği bir süreç yaşıyoruz. Eski rejim böyle değildi. Beğenmesek bile, tepeden bulsak bile, devletçi de bulsak oturmuş bir asgari laiklik zemini vardı.

Eski rejim bir önceki dönemin emperyalist-kapitalist ihtiyaçlarına göre dizayn edildiği için sosyal kazanımlar konusunda daha ‘korunaklıydı’. Bu yeni rejim bütünüyle o korunaklı alanları dağıttı. Sınırsız bir piyasalaştırma, güvencesizleştirme politikalarıyla ülkeyi piyasa toplumuna dönüştürdü. Yani 19. yy’ın çalışma koşullarına döndük.

Yeni rejimin bir diğer boyutu ise dış politikadaki saldırganlık. Eski rejim misak-i milli sınırları içinde ‘yurtta barış dünyada barış’ felsefesine sahipti. Yer yer tabii Kürtlerle savaş ve benzeri boyutlarının bir tarafa koyarsak, özellikle misak-i milli sınırları dışına bir hesap kitap yapmama anlayışına tekabül ediyordu.

Şimdi Başbakan bunu pasifizm olarak tanımlıyor. Ve bölgede emperyal vizyon ile hareket ediyor. Bu anlamda da eski ile yeni arasındaki farkı görebiliyoruz. Şimdi AKP bildik bir parti değil. Yarın AKP hükümetten düşse bile AKP’nin bu dizdiği taşlar kolay kolay yerinden kalkmaz. Aşağıdan yukarı yukarıdan aşığa yeni bir rejimi oluşturdular.

Bunun özü artık biat edeceksin, itaat edeceksin, sömürüye ezilmeye karşı sesini çıkartmayacaksın.

Güvencelerden yoksun bırakılacaksın ve bunlara şükredecek, bir kader olarak göreceksin. Yani Allah’ın bir taktiri olarak göreceksin. Şükür edeceksin hak diye bir şey söz konusu olmayacak. Bir sadaka anlayışı yaratıldı. Yurttaşlık anlaşışı diye bir şey söz konusu değil. Müşterisin artık sadece. Toplum diye bir şey yok. Piyasa var, piyasanın gerçekliği var.

 

Sadece ekonomik ve yaşam koşulları olarak değil siyasal anlamda da 19.yy’ın padişahlık dönemlerini akla getiren, gücü tek merkezde toplayan yeni bir anayasa da hedefleniyor. Bu manada da 19.yy’ın padişahlık sistemini hayata geçirmeye dönük yaklaşımlarla karşı karşıya kaldığımız açık.

 

Buradan da sol ve devrimci muhalefete geçelim. AKP’nin karşısında ciddi bir muhalefet gözükmüyor.

Sol muhalefet AKP’nin geriletilmesi manasında çok başarılı olamadı. Bu belli zaten. Seçimi her ne kadar tek başına olmasa da bir kriter olarak görürsün. Buradan baktığımızda AKP’nin geriletilemediği ortada. Bu konuda sol muhalefet defansif oldu doğrusu. AKP’nin hep yaptığı şeylerin yanlışlığını topluma anlatmakla süreci geçirdi. Şimdi solun söylediklerinin doğrulandığı bir döneme giriyoruz. Sağlık alanında, ekonomide, eğitimde yaşananlar sonuçlarıyla hep karşımıza çıkıyor. AKP eski köhnemiş rejimi değiştirdiği için, kitleler o değişimin sarhoşluğuna kapıldı. Orada en ufak bir değişim kitlelerde hoşnutluk yarattı. Ama orta vadede bunların ne tür sonuçlar yaratacağının

kitleler düşünmedi. Şimdi bu gerçekliklerle karşı karşıya kalıyorlar. Kitleler geleceklerinin artık ellerinden çalındığını, geleceklerinin güvencesizleştirildiğinin de farkına varmaya başladı.

Ö yüzden burada sol muhalefetin birleşik bir enerji yaratması lazım. Birleşik bir güç olarak AKP rejimine karşı eşitlik ve özgürlük temelinde karşı çıkması lazım. Niye karşı çıktığımız kadar neye karşı çıktığımız ve neyi kuracağımız da önemli. O yüzden bir kurucu irade oluşturmamız gerekir. Sadece AKP’nin yanlışlarının altını çizip bunları alt alta sıralayan değil; Türkiye’yi yeniden kurma, yeni bir Türkiye, emekçilerden, ezilenlerden yana ;ekolojist, sosyal ve gerçekten laik bağımsız bir Türkiye kurmak konusunda devrimci bir kurucu irade geliştirmek lazım. Bunu hem sokakta hem de seçim bazında önümüze gelen gündemlerde yapmak lazım. Her şeyi de seçime hapsetmeden, sokakta yaptığımız işleri daha da birleşerek ve daha da büyüterek yapmamız lazım.

Bunu yapmaya da başladık. Örneğin Türkiye’de Suriye tezkeresine karşı sokaklara çıkan muhalefet az bir muhalefet değil. Bu önemli bir olay. Ama muhalefetin en önemli özelliği parçalı. Tekil tepkiler öne koyuyor. Lokalize oluyor ve savunmacı tepkiler koyuyor. Artık saldırıya geçmek lazım. Ve birleşik bütünlüklü hareket etmek lazım. Türkiye solu içerisinde biz bunu yapmaya başladık. Türkiye devrimcileri olarak sürecin daha olumlu daha iyi olduğunu söyleyebiliriz ama kelimenin gerçek anlamıyla ete kemiğe bürünmedi.

 

İnançlı mısınız peki birleşik muhalefet yaratılması konusunda? Çünkü geçmişe baktığımıza parçalı ve zaman zaman da bir birine karşı cephe almış bir muhalefet söz konusu.

 

Evet ama artık böyle değiliz. Türkiye solunda artık birlikte iş yapma kültürü gelişti, güçlendi. Birbirimizi artık rakip olarak görmüyoruz. Birbirimize destek ve dayanışma veriyoruz. Birleşik ortak zeminler yaratıyoruz. Yani birbiriyle rekabet değil de birbiriyle dayanışma içerisinde olan bir sol memlekette gelişiyor. Bu anlamda umutluyuz. Yine dayanışmayı değil de rekabeti öne çıkaranlar var ama Türkiye solunun ana gövdesi dayanışmacı bir kültürü geliştiriyor.

 

TC ile Kıbrıslı Türklerin arası özellikle AKP döneminde hiç iyi olmadı. Sizce nasıl bir ilişki kurulmalı aramızda?

Eşit bir ilişki olmalı. Kıbrıs Türkler’in kimliğine saygı duyularak ilişki kurulmalıdır. ‘Ana vatan’ ‘yavru vatan’ gibi kavramlar etrafında ilişkinin kurulmaması lazım. Buradaki halkın kimliğine, kişiliğine, kültürüne saygı duyan eşit bir ilişki kurulmalı.

AKP böyle bir eşit ilişkiyi değil, bir sömürge zihniyetiyle Kıbrıs’a bakıyor. AKP, Türkiye’de yaşamaya geçirdiği politikaları buraya da taşıyor. Ve Kıbrıslıların kendi demokratik sendikalarını, hak ve özgürlüklerini de fazla bularak bütünüyle bunların tasfiye edilmesini çeşitli araçlarla, sömürge zihniyetiyle sağlamaya çalışıyor.

 

AKP’den öncede bu tür bir ilişki vardı ama.

Evet vardır. AKP’den öncekiler Türklüğe, AKP ise İslam’a daha fazla vurgu yapar oldu.

Biz Kıbrıs’ın bölünmesine karşıyız ama Kıbrıs bölünmüş durumda. Bu bölünme iki devlet haline dönüşüyor. Süreç şu an pek iç açıcı gözükmüyor ama biz iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs’tan yanayız. Bunun önünde de en büyük engel emperyalizmdir. Zaten Kıbrıs’ı bölen de Amerikancı Enosis politikalarıyla, İngilizci Taksim politikalarıydı. Türkiye Yunanistan, ABD ve İngiltere, hepsi Ada halklarının kendi kaderini belirlemesini engelleyen güçler. Bu güçlerin etkisi azaltılmadan bağımsız ve birleşik Kıbrıs’a ulaşılmaz. Emperyalizm burayı önemli kritik bir üst olarak görüyor. Kıbrıs coğrafi stratejik konumu açısından, bölgenin kontrolü açısından küresel ve bölgesel hegemonya stratejileri açısından vazgeçilmez bir yerdir.

 

21.yy sosyalizmi için ne söylemek istersiniz?

21.yy sosyalizmi dedik mi bizi eleştiriyorlar; ‘21.yy sosyalizmi diye bir kavram mı olur’ diye. Burada  kastettiğimiz yaşanmış sosyalizm deneyimlerinden çıkarttığımız devrimci derslerdir. 21.yy’ın sosyalizmi, en basitinden söyleyeyim ekolojist olacak. 19. 20.yy’ın sosyalizmi, esasen insanın sömürülmesine karşı çıkan bir sosyalizmdi. Bu önemliydi ama bugün ekolojist olmayan bir sosyalizm olmaz. İnsanın sömürülmesi kadar doğanın sömürülmesine de karşı çıkmamız lazım.

Cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm. Anti-militarist bir sosyalizm.

Yani sosyalizmi Sovyet tanklarının Kremlin meydanlarında yürüdüğünü algılamayan bir sosyalizm.

Öz yönetimci, demokratik planlamacı bir sosyalizm. Buralardan baktığımızda yaşanmış sosyalizm pratiklerinin ortaya çıkarttığı devrimci dersler ışığında bu özellikleri gelişkin, emekçilerin öz yönetimin organlarının belirleyici ve esas olduğu; demokratik planlamanın eşitliğin eşitlik kadar da özgürlüğün esas olduğu, feminist ve ekolojist olan, çoğulcu bir sosyalizm 21.yy sosyalizminin ana hatlarıdır.

 

*Bu röportajın kısaltılmış hali 6 Ocak 2013 tarihinde Afrika gazetesinin Pazar ekinde yayınlandı.