Polis ve Toplumsal Mücadele

                                                   Polis ve Toplumsal Mücadele

 

‘’Vatan polis copuysa, ben vatan hainiyim’’ der Nazım Hikmet.

Polis copları çoğaldıkça, devlet, polis yüzünü karşımıza çıkardıkça ve ‘’vatan’’ polisleştikçe, o ‘’vatan’’ın ‘’hainleri’’ de çoğalmaktadır. Sokakta büyüyoruz, ve sokakta tek bir ses var : ‘’Evine dön Ayşe !’’

Sokaktaki ses büyüdükçe, polisin şiddeti de büyümekte. ‘’Onlar vurdu biz büyüdük’’ der Ece Ayhan. Polisin şiddeti büyüdükçe, biz, sokaktaki sesimiz, daha da büyümekteyiz.

 

Çetin zamanlardır içinden geçtiğimiz. Talep ettiklerimiz, istediklerimiz, altın tepsilerde sunulmayacak bize. Kendi kendimizi yönetmek istediğimizi söyledikçe, bağımsız bir toplumsal yapı talep ettikçe, emeğin sömürüsüne karşı durup, halkları kardeş kılmak için mücadele ettikçe, işgalci Türkiye ve onun burdaki işbirlikçileri daha da saldırganlaşacaklar onurlu mücadele vakitlerinde. ‘’Tatil bitti, evine dön Ayşe’’ diyoruz;  zira biz bu dört tarafı sularla çevrili bağı çok seviyoruz ve dağdan gelen egemenlere karşı, büyüdükçe büyüyoruz.

 

Peki biz büyürken, önümüze çıkan ilk engel olan polis kurumuna karşı sokaktaki mücadelede nasıl bir tavır almalıyız ? Hep kendisinden dem vurduğumuz ‘’bilinçli olmak’’ şiarını, ‘’ancak bilinçli bir mücadele başarıya ulaşır’’ farkındalığını, hele de bugünlerde, polis karşısında, sadece lafta değil, pratikte de gerçekten uygulamaya koymalıyız.

Peki toplumsal mücadele ve polisin buna karşı tavrı konusunda bizler ne yapmalıyız ?

İki maddede cevabını verebiliriz bu sorunun :

 

1- Bugün isyan ettiğimiz şey, ‘’böyle geldi böyle gider’’ anlayışıdır; toplumsal hayat ve bu hayatın içindeki unsurlar sürekli değişir, polisin tavrı da bu değişime dahildir. O yüzden polise karşı tavrımızın ne olması gerektiğini belirlerken, sanki bu sorunun ‘’böyle gelip böyle giden’’ kesin ve evrensel bir cevabı varmış gibi davranmamalıyız. Hele de bu günlerde, bu soruyu her gün yeniden sormalı ve bu soruya yeni cevaplar aramalıyız. Zira koşullar değiştikçe, ve bilhassa radikal solda duran insanların örgütlü mücadelesi ve kolektif ilerlemesi yükseldikçe, polisin de tavrı buna göre sertleşebilir, öte yandan biz örgütlenemeyip ‘’zararsız’’ bir hale büründükçe ve mücadelemiz saman alevi gibi yanıp sönen bir hüviyete kavuştukça, o zaman polis de tıpkı eski günlerdeki gibi cici polis haline dönüşebilir. Kısacası ortada kesin ve değişmez bir polis tavrı yoktur. Bunun bilincinde olup, geliştireceğimiz mücadele yöntemlerini ve direniş/ilerleyiş metodlarını her yeni somut durumda güncellememiz gerekmektedir.

 

2- Bir yandan, bu ülkeyi kendimizin yönetmesi gerektiğini söyleyip, öte yandan polise karşı tavrımızı belirlerken ‘’bakın polis şiddet gösterdi, biz de aynısını yapalım, onlar madem saldırganlaştı, biz de saldırganlaşalım, yakalım, yıkalım!’’ demek, aslında çelişkili ve tutarsız söylemlerdir. Zira halkın kendi kararını kendisinin vermesi, kendi kendini yönetmesi, ancak halkın ‘’edilgen’’ konumdan çıkıp, ‘’belirleyici’’ konuma gelmesi ile mümkün olmaktadır; kısaca ipleri kendi elimize almak ile mümkün olmaktadır. İşte bu sebeple, polise karşı tavrımızı belirlerken, salt polisin gösterdiği tavra bakıp, polis şiddeti yükselttikçe bizim de eylemde polise karşı sertliğmizi yükseltmemiz, polis şiddeti azalttıkça, bizim de aynı şekilde sertliğimizi azaltmamız demek, aslında kendimizi edilgen bir konuma yerleştirmek, ve bütün stratejimizi, polisin belirleyeceği tavra bakarak oluşturmak demektir; ki bu da kendimizi polisin hareketlerine bağımlı bir konuma getirmek anlamına gelir. Bu düşünce, bizim öne sürdüğümüz ‘’bırakın biz yönetelim bu ülkeyi!’’ talebi ile de çelişmektedir. Zira yönetmek demek, başka odakların, örneğin polislerin, yaptıklarına göre tavrımızı belirlemek değil, kendi yol haritamızı, kendi hızımızı kendimiz belirlemektir. Bu belirlemeyi oluşturup icra ederken, ‘’meşruiyet’’in, bu belirleme sürecinde temel alınması gereken ilkelerden biri olduğunu aklımızda tutmamız gerekir. Polise karşı atacağımız adımların sert mi ılımlı mı olacağını, meşruiyet temelinde belirlememiz gerekmektedir. Ulrike Meinhof

‘’biri bir araba yakarsa  bir suç olur, ama bir topluluk bir araba yakarsa bu politik bir eylem olur” diyerek meşruiyet sorununu gayet güzel özetlemiştir. Bu belirleme sürecinde temel alınması gereken bir diğer önemli ilke ise ‘’biz’’i tanımlamaktır. Bu paragrafın önemli bir bölümünde, ‘biz’in edilgen bir konumdan çıkıp müdahale ve mücadele eden aktif bir ‘biz’e dönüşmesi gerektiğini vurguladık. Bu vurgulama, bir ayrıntılandırmaya gerek duymayacak kadar açık görünse de, toplumların tarihine baktığımızda ‘biz’ olmanın çok farklı şekillerde yorumlandığı ve bu yorumlamaların sahiplerinin, toplumları tepeden inmeci bir tavır ile dönüştürmeye çalıştıkları, toplumların kendi öz dinamiklerinden ve ihtiyaçlarından beslenmeden o toplumları şekillendirmeye çalıştıkları görülmüştür. Bu bilince sahip olunduğu oranda, ‘biz’i de tanımlamak önem kazanır. Özelde polise karşı ve genelde toplumsal mücadele esnasında ortaya konulacak tavrı belirleyecek olan ‘bizler’in, kitlelerin nabzını, halkın talep ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmamız ve o doğrultuda hareket etmemiz gerekmektedir. ‘Biz’, kendi kafamızda kurduğumuz idealler ve hedefler doğrultusunda değil, halkın dinamikleri ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmeliyiz. Bu doğrultuda hareket edildiği takdirde bizlerin önderliği anlam kazanır; zira öbür türlüsü, yani tepeden inmecilik, eninden sonunda yozlaşmışlığa sebep olur.  Önemle eklemek gerek ki, ‘’halkın kendi dinamiğini ve ihtiyaçlarını göz önünde bulunduracağız’’ dediğimizde, ‘halk’ kavramını da somutlaştırmamız gerekir. Bunun nedeni, toplumlardaki çelişkilerdir. Bu çelişkiler, bize, hangi safta mücadele edileceği kararını vermemizi dayatır. Zira ‘’tüm toplumu kucaklamak’’ ve ‘’emek sermaye el ele güzel günlere’’ gibi demagojik sözlerin, toplumsal ve somut hiçbir karşılığı yoktur. Toplumsal yapı, asla dengede durmayan bir tahterevalli misali, ezenlerin tepede durmak adına ezilenleri hep aşağıda tutmaya çalıştığı bir mücadeleyi içerir. Toplumsal dönüşümü sağlaması mümkün olan kitleler de, ezilenlerdir, zira ezenler, ezmelerini sağlayan toplumsal yapının değişmesini asla istemeyeceklerdir. İşte tüm bu sebeplerden, dinamiklerinden besleneceğimiz ve ihtiyaçlarını göz önünde bulunduracağımız ‘halk’tan kastedilen şey, ezilen kesimlerdir.

 

Yukarıda anlatılanlardan, ‘’sokaktaki mücadelede polise karşı tavrımızı asla sertleştirmemeliyiz, polis barikatlarını delip geçme girişimlerinde bulunmamalıyız’’ sonucunu çıkarmamalıyız. Bugün polis karşısındaki tavrımız ‘’henüz’’ saldırgan değilse, bu durum sonsuza kadar böyle sürecek diye bir şey yoktur. Bugün polise karşı gösterdiğimiz ‘’polise karşı saldırgan tavır göstermeme, polis barikatlarını aşmayı denememe’’ tavrı,  bu tavır mücadelenin selameti açısından en doğru tavır olduğu içindir. Gün gelecektir, mücadelemizi ilerletmek için polisin kurduğu barikatları yıkıp geçmek kaçınılmaz olacaktır; gün gelecektir, polisin bize gösterdiği şiddetin kat ve kat daha fazlasını bizim de göstermemiz gerekecektir; ama o günü getirmek, o günün geldiğine karar vermek, mücadelenin daha sert/saldırgan eylemlere ve yöntemlere hazır olduğuna karar vermek yetkisi, ancak bizim ellerimizdedir. Polisin tavrına bakıp ona göre tavır geliştirmemiz, polisin dümen suyuna girmek demektir. Mücadelenin başarıya ulaşması, mücadeleyi verenlerin kendi tavırlarını bağımsız bir şekilde belirlemelerinden ve ‘’mücadeleyi kazanmak için şu an ne yapmalıyız?’’ sorusunu sorup kendilerinin yanıtlamasından geçer. Burda belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur ki, ‘’tavrımızı biz kendimiz, polisin yaptıklarından özerk bir şekilde belirlemeliyiz’’ derken, polisin tavrını tamamen hiçe saymak doğru değildir. Elbette polisin alacağı tutum, egemenlerin belirleyip uygulamaya sokmaya çalıştıkları politikalar, biz kendi tutumumuzu ve politikamızı belirlerken etkileyici olacaktır, elbette polisin tavrının değişmesi, bizim de mücadele yöntemlerimizi güncellememizi gerektirecektir; ancak yukarıda anlatılmak istenen şey, biz tavrımızı belirlerken, dış odakların tavırlarının bizim tavrımız üzerlerinde ‘’belirleyici’’ konuma gelmesine izin vermememizdir. Diyalektiğin doğası gereği ‘’etkilenmek’’ elbette kaçınılmazdır; ancak ‘’belirlenmek’’ bizi edilgen ve bağımlı bir pozisyona sürükler. Yazının başında vurgulandığı gibi, ve her yerde ve her zaman vurgulamak durumunda olduğumuz gibi, bilinçli mücadele, ‘’belirlenen’’ konumunda tıkalı kalmamamız için, toplumsal bir özne haline gelip dönüşüm sürecinde etken ve önemli bir role sahip olmamız için, en temel şartlardan biridir. Bilinçli mücadeleyi bilinçli kılan şey de, örgütlü olmak ve kolektif hareket edebilmektir. Bugün çok güncel ve sıcak olan Arap devrimlerinden de görülebilceği gibi, Arap halklarının onurlu mücadelesi çok daha ileri boyutlara ulaşabilecek dinamizm ve kararlılıkta olmasına rağmen, devrimci bir önderlik ve örgütlü-kolektif bir hareketin eksikliği; Arap halklarını İslami kesimlerin, sermayenin, emperyalist devletlerin ve ‘’ılımlı muhaliflerin’’ sunduklarını kabullenmeye zorlamıştır. Kısacası, bugün çok taze olan bu mücadelelerden çıkarmamız gereken en önemli ders, örgütlü olmanın mücadeledeki kaçınılmazlığı, ve en az bunun kadar önemlisi, örgütlerin kolektif bir şekilde hareket etmelerinin önemidir.

 

Yukarıdaki iki temel ilkeden hareketle, yani ‘’somut durumun somut tahlilini yapıp polise karşı tavrımızı buna göre belirleme ve somut durumun değişen bir niteliğe sahip olmasından dolayı tavrımızın da güncellenmeye açık olması’’ ile ‘’polise karşı tavrımızın belirleyicisi polisin tavırları olmamalı; polise karşı tavır, mücadeleyi kazanmak için neler yapmalıyız sorusuna bizlerin vereceği cevapta aranmalıdır’’ ilkelerinden hareketle, eylemlerde polis karşısındaki tutumumuz bugünkü koşullar altında şu olmalıdır : Her ne pahasına olursa olsun eylemi sonuna kadar sürdürmek; pankartlarımıza, bayraklarımıza ve saflarımıza sahip çıkmak; ve polisin eylemcileri tutuklamasını engellemek için örgütlü ve kolektif bir halde hareket etmek. Bunun haricinde, polise karşı eylem anında göstereceğimiz daha sert bir tepkinin, polis şiddetini haklı çıkaracağını, meşru göstereceğini ve egemenlerin eline koz vereceğini bilmeliyiz. Böyle bir koz ise, polis şiddetinin yarattığı öfke ile siyasi motivasyon ve politik bilinç kazanan; ve sokakta örgütlü mücadele verme motivasyonunu yavaş yavaş kazanmaya başlayan daha fazla sayıda insanın sokağa çıkma iradesini aşındıracaktır. Bizler bugün henüz sokakta azınlık durumundayız, henüz yeterince güçlü değiliz, henüz ‘’evine dön Ayşe’’ diye haykıran ve bu talebini tek bir geri adım dahi atmadan dile getirebilen insan sayısı dönüşüm için henüz yeterli değildir; henüz Tahrir Meydanı değiliz, henüz Puerta del Sol değiliz, henüz Sindagma Meydanı veya Saat Meydanı değiliz. Öyle olduğumuzda ise, halkın örgütlü gücünün egemenlere, işbirlikçilere ve onların kolluk kuvveti olan polis kurumuna karşı göstereceği tepkinin ve hareketin sertliğinin sınırları olmayacaktır, işte o gün, ‘’haddimizi bilmeyeceğiz’’.

Celal Özkızan