Seçim Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme

Seçim Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme

 

  

   

      

Münür Rahvancıoğlu

Baraka Aktivisti

 

19 Nisan erken genel seçimleri, hem propaganda dönemi boyunca yaşananlar hem de seçim sonuçları nedeniyle yeni olguların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu olguların değerlendirilmesi kapsamlı bir çabanın ürünü olabilir. Bu yazı sadece böylesi bir çabanın başlangıcı olarak anlaşılmalıdır.

 

Seçimlere doğru ilerleyen süreçte hükümetin büyük ortağı CTP’nin ciddi bir oy kaybına uğrayacağı, üstelik ana muhalefet partisi UBP’nin birinci parti olarak sandıktan çıkacağı aşağı yukarı belli olmuştu. Ancak anketlere rağmen biz dahil birçok kişinin CTP’nin %30’un altına düşebileceğini veya UBP’nin tek başına iktidar olabilecek kadar milletvekili çıkaracağını öngöremediğini belirtmek gerek. Baraka olarak bizim tahminlerimiz birinci partisi UBP olan bir UBP-CTP koalisyonunun kurulacağı yönündeydi. Yanlış anlamaya meraklı olanlar için açıklayalım; UBP-CTP koalisyonu bizim arzumuz değil tahminimiz idi. Çünkü CTP ile AKP’nin politkaları her alanda uyuştuğu gibi UBP’nin hükümete alınması da TC açısından pek istenir olmasa da şart olmuştu. Nitekim seçim sonuçlarından sonra TC’deki hükümetin de bu yönde arzulara sahip olduğunu gösteren bir çok veri birikti. Ancak UBP’nin tek başına hükümet olacak kadar milletvekili çıkarması bu durumu mümkün kılmadı.

 

Kıbrıs’ta TC’nin Her İstediği Olur Mu?

Yukardaki başlığı daha farklı noktalara vurgu yapan çeşitli şekillerde çoğaltabiliriz:

Neden UBP’nin tek başına iktidarını öngöremedik?

CTP nasıl oldu da TC tarafından tercih edildiği halde bu kadar oy kaybetti?

UBP nasıl oldu da TC tarafından tercih edilmediği halde bu kadar oy kazandı?

 

Bizim Baraka olarak seçimler sonucunda oluşacak hükümeti (dolayısıyla CTP’nin oy kaybının ve UBP’nin oy kazancının derecesini) tahmin edemememiz ağırlıklı olarak iki nedenden kaynaklanmaktadır:

1- Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan TC hegomonyası ve seçimlerde TC’nin her istediğinin oldurulduğuna dair yaratılan efsaneyi hiçbir zaman benimsemesek de; kısmen bunun etkisinde kalmamız.

2- 2001 yılından itibaren ortaya çıkan eylemlilikler süreci ve Annan Planı referandumunda Kıbrıslı Türk halkı ile cepheden karşı karşıya gelen UBP’nin bu kadar çabuk “affedilebileceğini” öngöremememiz.

Ancak seçim sonuçları biri olumlu biri de olumsuz iki net sonucu ile bizi yanlış çıkardı. Bunlardan olumlu olanı seçimler ve sandık gibi devrimci siyasetin hiçbir beklentisi olmayan, egemenler tarafından manipüle edilmeye en açık ve halkın bilincinin en bulanık olduğu alanlarda dahi TC’nin hegomonyasının mutlak olmadığıdır. Olumsuz olanı ise halkımızın UBP gibi faşist bir parti tarafından kendisine yöneltilen her türlü baskı ve aşağılanmaları altı yıl gibi kısa bir sürede unutabildiği, ya dar maddi çıkarlarının peşinde koşan kişilerce yönlendirildiği ya da intikam duygusu ile hareket ederek birini götürmek için sırf güçlüdür diye ötekine oy verebilecek bir eğilimde olduğudur. Elbette ki söz konusu olumsuzluk evrensel bir olgu değil, devrimci bir siyasetin cesur, kararlı, ilkeli, sürekli, fiili ve meşru müdahalesinin YOKLUĞUNDA ortaya çıkan tarihsel bir sonuçtur.

Buradan devrimcilerin çıkarması gereken ders ise; TC’ye karşı mücadelenin her noktada zemininin yaratılmasına müsait koşulların varlığıdır. Bunun yanında kararlılık ve süreklilikle beslenen fiili ve meşru bir mücadelenin ülke siyasetinde var olan önemli bir boşluğu hızla dolduracağı net olarak ortaya çıkmıştır.

Kabul etmek gerekir ki AKP bürokratları ve TC Elçilik mensupları ÖRP ve CTP’nin zaferi için yoğun bir mesai harcadılar. Bu olguyu inkar etmenin ve “aslında AKP gizli gizli UBP’yi isterdi” gibi bir rasyonalizasyona yönelmenin anlamsız ve çocukça bir izahat olacağı ortadadır. Elbette ki egemenler tercihlerini mutlak yapmazlar, her yeni durumda çıkarlarını maksimize edebilecekleri  alternatif planlara sahiptirler ve bu planlar yoksa bile ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamakta tereddüt etmezler. Aksi halde egemenlikleri sarsılır ve ortadan kalkar. Bu yüzden de AKP ile UBP’nin kısa bir pazarlık sürecinden sonra hızla uyumlu hale geleceği öngörülebilir. Bu UBP’nin de AKP’nin de hem ihtiyacı hem de zorunluluğudur. Bu zorunluluk gerçek olduğunda, geriye dönük olarak “aslında AKP UBP’yi isterdi” söyleminin üretilmesi  çocukça bir inatçılıktan öteye anlam ifade etmez. Hayır! Kıbrıslı Türk halkının büyük bir çoğunluğu TC’nin açık tercihine rağmen UBP’ye oy vermiştir. Bu durum 19 Nisan seçimlerinin açık mağlubunun TC olduğunu ancak galibin de Kıbrıslı Türk halkı olmadığını göstermektedir. TC’nin bu seçimlerde mağlup olması günlük hayatımız bakımından herhangi bir şey değiştirmeyecektir. Çünkü seçimlerin sonuçlarına göre halkın günlük hayatının değişmesini beklemek seçimlere fazla anlam yüklemek demektir.

 

Seçim Sonrası CTP

19 Nisan gecesi sandıklar açılmaya başlar başlamaz CTP tabanında ciddi bir öfke patlaması ortaya çıktı. CTP’nin %29’luk oy oranı tabanda yarattığı hayal kırıklığı oranında bir öfke olarak yansımasını buldu. Ancak gene CTP içinden bu öfkeyi örgütlemeye çalışanların varlığı da gözle görülür biçimde ortadaydı.

Bilindiği gibi CTP’nin şubat ayında gerçekleşmesi gereken kurultayının tarihi seçimler nedeniyle ertelenmişti. Bu kurultayda “yaşlılara” karşı “gençlerin” veya “KÖGEF”çilere karşı “ÜTK”cıların; gerçeği söylemek gerekirse ortodokslara karşı liberallerin bir aday göstereceği ise fısıltı gazetesi ile yayılıyordu. Her şeyi ile seçime endeksli bir parti olan CTP’nin ortodoks üst yönetimi “kutsal” seçimlerden önce böylesi bir kapışmanın “hayırlı” olmayacağına kanaat getirmiş, liberaller de buna onay verince kurultay ertelenmişti. 19 Nisan gecesi ise yer gök “istifa” diye inliyordu. Ferdi Sabit Soyer kararlı bir SBKP bürokratı havasında istifasını vermemekte direndi. Ama CTP MYK’sı tabandan yükselen öfke karşısında gerileyerek istifa edecekti. Hızla toplanan Parti Meclisi haziran ayında kurultaya gidilmesine kurultaya kadar da eski MYK’nın görevde kalmasına karar verdi. Bu gelişmelerin sonucunda CTP için için kaynayan bir kazana dönerken zaman zaman kazandan taşan köpükler olsa da dışa dönük yırtıcı tartışma bir nebze kontrol altına alınmış oldu.

Seçim sonuçları ortaya çıktıktan sonra, taban ciddi bir hayal kırıklığı yaşarken CTP üst düzey yöneticileri “biz bu sonucun çıkacağını biliyorduk” dediler. Oysa anketler açıklandıkça “UBP anketleri bizi geriletmez aksine kararlılığımızı arttırır” diye açıklama yapan, “bu anketler para ile alınmış yalan anketlerdir” diyen ve sonuçlarla dalga geçerek “anketçilere şıkı şıkı yapalım” diyerek kitelesini kandıran da aynı yöneticilerdi. Ortada açık açık yalan söylendiğinin itirafı dururken, CTP kitlesinin herşeyi sorgularken bu yalanı sorgulamadığı, parti çıkarları için bu gibi yalanları normal karşıladığı da ortaya çıkmaktadır. Böylece CTP hükümeti boyunca söylenen tüm yalanların neden sineye çekildiği de, şimdi parti içi mücadelede yükseltilecek “geçmiş değerlendirilmesinde” eski yalanların neden gündeme getirilmeyeceği de anlaşılırlık kazanmaktadır.

CTP, 1990’lı yıllara kadar SSCB kuyrukçusu, revizyonist bir parti idi. SSCB’nin yıkılması ile dünyanın yeni patronu ABD’nin yeni dünya düzenine hızla uyum sağlandı. ABD’nin çıkarlarına uygun bir AB’cilik, Türkiye’nin çıkarlarına uygun bir milliyetçilik partinin yeni mottosu haline geldi. Revizyonist solculuktan, neo-liberal solculuğa bu geçiş ise “değişen dünyaya uyum sağlamak” söylemi ile gerekçelendirildi. Bugün CTP Kıbrıs’ta emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yaratılmış fiili durumun yasal hale getirileceği bir sözde çözümü savunması nedeniyle kendine “barışçı” demektedir. Böylesi bir “barış”ı yaratmak yolunda da TC egemenlerinden tutun da eli kanlı emperyalistlerle dahi işbirliğini kendine yol bellemiştir. Bunun yanında serbest piyasacılık, neo-liberalizm, özelleştirmecilik, kamunun küçültülmesi, sermaye ile işbirliği yapılması gibi politikalara sahip olan CTP’nin sol ile, sosyalizm ile devrim ile herhangi bir alakası kalmamıştır. Bu kavramlar sadece emekçilerin aklını karıştırıp oy toplamanın aracı olarak o da sadece seçimden seçime gündeme getirilen birer slogan şeklinde CTP’nin aklına gelmektedir. Ama SSCB geleneğinin baskıcı, otoriter, dediğim dedik, hiyerarşik, bürokratik, yasalcı ve yalancı tüm karakteristik özellikleri hala CTP’de kendine yer bulmaktadır. Her ne kadar bu özelliklerden bir kısmı neo-liberal siyaset için gerekli ise de baskıcı ve otoriter yanların açık açık değil gizli gizli uygulanamaması CTP içindeki gerçek liberalleri rahatsız etmektedir.

Liberallere göre CTP’nin hala ceberrut bir görünüme sahip olması seçim yenilgisinin gerçek nedenidir. Yani seçim yenilgisi aslında bir “halkla ilişkiler” faciasıdır. Bu sebeple eleştirilen yönlere bakıldığında “geri dönme ilerle sloganı”, “halka icraatların anlatılamaması”, “insanlarla sıcak ilişkilerin kurulamaması” gibi kendi deyimleri ile “Public Relation” meselelerine odaklanıldığı görülebilir. Oysa ne “bazı hatalar yapıldı” diyen mevcut yöneticiler ne de onların muhalifleri gerçek bir özeleştiriye yanaşmamaktadır. Haftalardır süren tartışmaya bakıldığında ortada hiçbir dişe dokunur meselenin olmadığını görürüz. Seçim yenilgisinden bahsediliyor, bu yenilginin bir başarısızlık olduğu ve başarısız olanların yerini “yeni”lere bırakması gerektiği dillendiriliyor. Ancak “yeni”lerin adı dışında yeni olanın ne olduğuna, seçimden önce “yeni”lerden bir bakanlar kurulu mevcut olsaydı nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağına değinen yok!

Buna rağmen köklü bir parti olmanın, örgütlenme konusunda deneyimlere sahip olmanın getirdiği avantajları en etkili şekilde kullanan CTP, seçimlerde CTP’ye oy vermeyerek CTP’nin artık sol bir parti olmadığına kanaat getiren önemli bir kitleyi, kendi iç tartışması aracılığı ile hipnotize etmeyi başarıyor. Birçok değerli insan “partimizi kurtaracağız” diyerek parti saflarına katılıyor ve CTP içi tartışmanın kendilerince sol olan bir tarafında mücadele etmeye başlıyor. İlginç olan ise “partiyi kurtaracağı” iddia edilen tarafın liberallerin tarafı olmasıdır. “Yaşlı” ve “KÖGEF”çi ortodokslarla, “genç” ve “ÜTK”cı liberallerin bu kapışması CTP dışındaki birçok kesim için anafor etkisi yapsa da gerçek bir yalancılar kapışmasıdır.

Baraka olarak CTP’yi hem hükümet döneminde hem de seçim sürecinde eleştirdik. Bu eleştirilerimiz genel olarak CTP’nin şövenleşmesi, TC hükümetlerine yaltaklanması ve neo-liberal bir politik hat takip etmesi üzerine kuruluydu. CTP’deki tartışmanın tarafları eğer gerçekten seçim yenilgisinin nedenlerini arıyorlarsa bu konulara odaklanmalıdırlar.

Kıbrıslı Türk halkı TC’nin kendisine reva gördüğü onursuzluğa, aşağılanmaya ve ekonomik sıkıntılara dur demek için tek çıkar yolun barış olduğunu düşünerek ve CTP’nin sözde barışının gerçek bir barış olduğuna ikna edilerek CTP’yi hükümete taşımıştır. Ancak Annan Planı referandumularının sonucunda emperyalist sistemin arzu ettiği yasallaştırma hayat bulamamıştır.

CTP’nin Kıbrıslı Türk halkına söz verdiği sonucun ortaya çıkmaması Kıbrıslı Elenlerin “hayır”ına bağlanıp, her fırsatta Kıbrıslı Elen egemenlerinden değil Kıbrıslı Elenlerin kendisinden yakınıldığı zaman, bunun şöven siyasete hizmet edeceği görülememiş midir? Eğer görülmüşse o zaman neden Kıbrıslı Elen halkı ile Kıbrıslı Elen egemenleri arasında hiçbir ayrım yapmaya dönük en ufak bir hassasiyet gösterilmemiştir? İşte CTP’nin liberallerinin de ortodokslarının da özeleştiri vermesi gereken meselelerden bir tanesi budur. Yoksa her ülkede egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olduğu, egemen düşüncelere bakılarak halkın geneline dair yargılarda bulunmanın ise şövenizm olduğu en azından solcular için bilinen bir gerçektir. Bunu bilmeyen veya buna uygun davranmayan CTP yönetimi kendi “solculuğunu” sorgulamalıdır.

Kıbrıslı Türk halkı “barış” ve “çözüm” umuduyla CTP’yi iktidara taşımıştır. Sonuç ise şövenizmin daha da yükselmesi olmuştur. Emperyalist planların sonucunda barış değil şövenizmin yükseldiği zaten tarihsel bir bilgidir. Ancak CTP’nin tüm kaderi Annan Planı’nın sonucuna bağlı değildi. Kıbrıslı Türk halkı Annan Planı’na ve CTP’ye “evet” demiştir çünkü bunun barış getireceğine inanmıştır. Peki Kıbrıslı Türk halkı neden barış istemiştir? Çok derin tahlillere inilmeden yüzeysel bir cevap vermek gerekirse; ekonomik sıkıntıların son bulması ve TC ile olan onursuz ilişkilerin bitirilmesi Kıbrıslı Türk halkının 2000’li yılların başından itibaren yürüttüğü seferberliğin esas kaldıraç noktalarıdır. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın “Türkiye ne paranı ne de memurlarını istemiyoruz” içerikli gazete ilanı ile simgelenen bu süreç, söz konusu sendikanın öncülüğünde yürütülen mücadelenin içeriğini de net ve duru bir şekilde aktarmaktadır. Kıbrıs sorununu çözmek CTP’nin tek başına yapabileceği bir şey değilse de “KKTC” ile TC arasındaki ilişkileri onurlu bir temele oturtmaya girişmek en azından bunun için mücadele etmek mümkündü. Peki CTP bunun için ne yaptı?

CTP hükümete geldiği ilk günden itibaren, Kıbrıs’ın kuzeyindeki TC hegomonyasının tahkimi için çalıştı, TC hükümetlerinin ricalarını emir, emirlerini kanun kabul etti. Kıbrıslı Türk halkının onurunu iki paralık etti. Kurultayında hangi şarkının çalınacağına dahi karışan, “yeterince Türk olmadığı için” genel başkanının elini sıkmayan TC’li asker-sivil bürokratlara en ufak bir direnç göstermedi. TC-“KKTC” ilişkileri CTP’den önce nasılsa CTP’den sonra da aynen devam etti. Üstelik IMF tarafından TC’ye dayatılan neo-liberal politikaların TC tarafından “KKTC”ye dayatıldığı piyasalaştırma koşulları da buna eşlik etti.

Sendikalar içerisinde güçlü bağlara sahip CTP, bu bağları sendikaları kontrol etmek ve hükümetin yedek gücü gibi yönlendirmek üzere kullandı. Bu yöntem bazı sendikalarda (KTAMS, Dev-İş, Koop-Sen vb.) başarılı olurken, bazı sendikalarda ise (KTÖS, KTOEÖS) ciddi dirençlerle hatta yenilgilerle sonuçlandı. CTP, kendisini eleştiren Baraka’yı 2007 1 Mayıs’ında uydu sendikaları aracılığı ile alana sokmamaya çalıştı, bu uğurda barikatlar kurdu. Bir önceki yıl 1 Eylül’de hiçbir etkinlik gerçekleştirmediği halde 2007 yılında muhaliflerini ekarte etmek için alternatif etkinlikler gerçekleştirdi. 2008 yılında hem 1 Eylül’ü hem de 1 Mayıs’ı bölen, emek hareketi ile cepheden bir kavga içine giren de CTP’dir. Sosyal Güvenlik Yasası geçirilirken, emek güçleri meclis kapısı önünde “bizi satanı biz de satarız” diye slogan atıyordu. Oysa CTP’nin medyadaki tetikçilerinden Hüseyin Ekmekçi bu eylemi “KTÖS, Baraka ortak provakasyonu” diye nitelemiştir. Kendisi Doğan Harman’ın öğrencisi olarak yeni dönemde de yıldızını parlatmayı bilecektir ama olan CTP’ye olmuştur.

Karpaz’a elektrik götürülmesi süreci, onlarca örgüt tarafından çok büyük bir olgunlukla yürütülen ciddi bir ekolojik muhalefete şahit oldu. Alternatif ve yaratıcı eylem yöntemleri bakımından büyük bir zenginliğe sahip olan bu süreç de ne CTP’nin ortodokslarının ne de liberallerinin kılını kıpırdatmadı. Başbakanlığa direk dikildi, telgraf gönderildi, kortejler oluşturuldu, sokak tiyatroları yapıldı ama kendini görüp kendini beğenen CTP’liler tayfasının dikkati çekilemedi.

Lefke Avrupa Üniversitesi’nde sendikalaşmak isteyen öğretim görevlileri Ömer Kalyoncu tarafından azarlanırken, bugünkü CTP yönetimi muhaliflerinden hangisi yapılanları eleştirdi? LAÜ’nün öğretim görevlileri emekçi halkın kitle partisi CTP’nin hükümet olduğu bir dönemde teker teker işten atıldı. CTP ise 1970’lerden kalma “İşçiye Sosyal Sigorta” yazılaması fotoğrafını gözümüzün içine içine sokarak emekten yana olduğunu kitlesine ispatlamaya çalışmak dışında ne yaptı?

Ve AKP’nin arzusu üzerine ÖRP’nin kuruluşuna aktif olarak katılan CTP’li milletvekilleri, transferlerin, parasal ilişkilerin kendi hanelerine yazıldığını bilmiyorlar mıydı? Bilmiyorlardı ki ÖRP gibi bir partiyi daha kurulmadan hükümete ortak alarak siyasetin en kirli yanına da dahil olmaktan çekinmediler…

Sendikalar tarafından “göç yasası” olarak isimlendirilen, meclis gündemine ancak seçimden sonra gelebileceği zaten belli olan ve kamu görevlilerinin maaşlarında indirime gidilmesini öngören yasa tasarısını tüm mücadelelere, grevlere, eyemlere rağmen görüşemeyeceği halde meclis güneminden çekmeyen CTP idi. Bugün CTP’nin ortodoksları veya liberalleri neden seçim yenilgisi yaşadıklarını merak ediyorlarsa yasa ile ilgili yapılan eylemlerde kamu emekçileri tarafından atılan “ya yasanız ya da siz gideceksiniz” sloganını hatırlarına getirsinler. Yasayı çekmedikleri bilgisinden hareketle neden kendilerinin gittiğini bir kez daha değerlendirsinler.

CTP’nin gerçek bir özeleştirisi; Kıbrıslı Elenlere dönük şöven söylemlerin, TC ile kurulan onursuz ilişkilerin, ÖRP’nin hükümete alınmasının, Karpaza elektrik götürülmesinin, sözde Sosyal Güvenlik Yasası’nın geçirilmesinin, LAÜ’de sendikalaşan öğretim görevlilerinin işten atılmasının, sendikaların iç işleyişine müdahale edilmesinin, 1 Mayıs’ların ve 1 Eylül’lerin bölünmesinin özeleştirisi olmalıdır. Bugün “bazı hatalar yapılmıştır” diyenler bizlere hatanın ne olduğunu da açık açık söylemelidir. Ancak söyleyemezler. “LAÜ’de sendikalaşmayı desteklemeli en azından köstek olmamalıydık”, “Sosyal Güvenlik Yasası ile emeklilik yaşını arttırmamalıydık”, “Karpaza elektrik götürmemeliydik”, “ÖRP’yi hükümete almamalıydık” diyemezler. Diyemezler çünkü bugünkü CTP içi kapışma daha sol ile daha sağ arasındaki bir kapışma değildir. Bugünkü kapışma CTP’nin vitrininin düzenlenmesi ile ilgili bir kapışmadır. Bu kapışmanın sonunda CTP’nin daha sol bir parti olarak çıkmasını bekleyenler ise olmayacak duaya amin demektedirler. 

CTP sadece bir sonraki seçimlere dönük hazırlıklar yapmaktadır. Bu uğurda da elbette sendikalarla atılan köprüleri yeniden kurmaya girişecektir. Ancak bunu yaparken amaç her sendikanın bir KTAMS, her sendikanın bir Dev-İş haline getirilmesidir. Seçimlerden sonra emek hareketinin yüzleşeceği en büyük sıkıntı da bu olacaktır. CTP’nin “muhalefette” olması demek at izi ile it izinin birbirine karışması demektir.

 

UBP Hükümeti / CTP Muhalefeti

UBP tek başına hükümeti oluşturmuştur. Bu “yeni” durum toplumsal muhalefeti nasıl etkileyecektir? CTP’nin her türlü olumsuz icraatına rağmen UBP’den “daha” demokratik, “daha” hoşgörülü olduğu, bu hoşgörü nedeniyle birçok eylemde polis şiddetinin yaşanmadığını veya sınırlı kaldığını, ancak faşist UBP ile bu durumun radikal bir şekilde değişeceğini söyleyenler vardır. Diğer yandan UBP’nin hükümet politikasında CTP ile paralelliklerin ne boyutta olacağı da tartışılan konular arasındadır.

Talat hala görüşmecidir ve Hristofyas ile birlikte Kıbrıs’taki verili durumun yasallaştırılması (onlar çözüm diyorlar) için emperyalizm adına yoğun bir mesai yapmaktadır. TC Kıbrıs’ta bu mesaisinde Talat’a zorluk çıkaracak bir hükümeti istememektedir. Diğer yandan neo-liberal politikaların uygulanmasına devam edilmesi de TC’nin istekleri arasındadır. UBP’nin bu olgulara yaklaşımı nasıl olacaktır?

Bizce UBP, neo-liberal politikaların uygulanmasında CTP’nin gösterdiği kararlılığı aynen gösterecektir. Hem kendi sağ dünya görüşü, hem ülkedeki ticaret burjuvazisi ile olan yakın ilişkileri hem de TC’nin isteklerini baş tacı eden yapıları gereği bu durum kaçınılmazdır. Bu konuya dair zaten TC’nin herhangi bir kaygısı, kuşkusu da yoktur. UBP, CTP’nin kaldığı yerden yola devam edecektir.

Ancak tüm kaygıların odaklandığı nokta Talat’ın görüşmeciliği, yürütülen görüşmelerde elinin rahat bırakılması ve olası bir anlaşma metninin referanduma sunulması ile ilgilidir. AKP ile UBP arasındaki esas pazarlık bu konularla ilgili olacaktır. Bizim tahminimiz görüşmelerin Talat tarafından yürütülmesi, sonuçta ortaya çıkacak metnin de referanduma sunulması konularında bir uzlaşmanın ortaya çıkacağı yönündedir.

Sözde çözüm yolunda UBP ile AKP arasında varılacak bu mutabakat karşılığında CTP’nin neo-liberal politikalara karşı yırtıcı bir muhalefet yürütmemesi kuvvetle muhtemeldir. CTP ve güdümündeki sendikalar neo-liberal poltikaları (bir önceki dönem kendileri uygulamıyormuş gibi) ılımlı bir muhalefet ve şekilsel bir eleştiri ile karşılayacaklardır. Ancak bu ılımlı muhalefete rağmen “unutmaya” meyilli halkımızın onayını almaları da muhtemeldir.

Diğer yandan Baraka, her türlü emek düşmanı girişimin karşısına en az CTP’nin karşısına çıktığı şiddette çıkmaya kararlıdır. UBP’den alacağımız yanıt ise CTP’den daha şiddetli olabilir. Bu şiddet; polis şiddeti, tutuklama, mahkeme vb. egemenlerin her türlü baskı aygıtını devreye sokulması yöntemlerini içerebilir.

Eğer UBP, 2000’li yılların başında yaşananlardan hiçbir ders almaz ve böylesi birşiddete başvurursa bu üç temel nedene dayalı olacaktır:

Birincisi UBP’nin faşist bir parti olması ve toplumsal muhalefete baskı uygulamaya meyilli yapısıdır. İkincisi seçim sonuçlarına bakılarak emek ve barış güçlerinin “azaldığına” dair çıkarsamaları olacaktır. Üçüncüsü ancak bizce en önemlisi; baskının esas amacının CTP’nin ılımlı muhalefeti ile bizim aktif çizgimizin ayrıştırılması amacıyla devrimcileri “marjinal”, “anarşist”, “tehlikeli” göstermek niyetiyle bir araç olarak kullanılacak olmasıdır. Faşist UBP hükümeti, devrimcileri halk kitlelerinden yalıtmak amacıyla baskıyı etkili bir silah olarak kullanacaktır. CTP’nın ılımlı ve işbirliğine yatkın çizgisi ise bunu besleyecek, böylesi bir ayrıştırmaya çanak tutacaktır. Yani olası baskı önceki UBP hükümetlerinde olduğu gibi yaygın bir baskı değil, özel hedeflere dönük düşük yoğunluklu bir baskı olacaktır.

Neo-liberal politikaları uygulayan CTP de olsa UBP de olsa, halkın tepkisini örgütlemek ve bu politikaların karşısına barikat örmek bizim boynumuzun borcudur. Egemenlerin vereceği tepkinin şiddetine göre bu mücadeleyi verip vermemeyi düşünmek aklımızın ucundan dahi geçmez. Ancak bizleri en geniş halk kitlelerinden yalıtmaya çalışacak hiçbir taktiğe de fırsat veremeyiz. Bu sebeple UBP’nin emek düşmanı politikalarına karşı yapmamız gereken hiçbir şeyden taviz vermezken, meşruluk (yasallıktan bahsetmiyoruz) zeminini hassasiyetle aramalıyız. Halkın gözünde meşru eylemlerimize yönelik baskılar bizi marjinalleştirmeyecek aksine çoğaltacaktır. Üstelik bu meşru çizgi; militan, kararlı, cesur, fiili ve sürekli bir tarzla yürütüldüğünde halka güven vermesinin yanında CTP’nin ılımlı muhalefetini de teşhir edecektir. Bu yüzden UBP’nin baskıcılığından çok, emek düşmanı poltikalarına karşı yürütülecek meşru çizginin niteliğinin tartışılması devrimci siyaset açısından daha işlevseldir.

Hükümetini daha yeni oluşturan UBP’ye “şans vermek” söz konusu dahi olamaz. UBP ilk olumsuz icraatında karşısında devrimcileri bulmalıdır, bulacaktır. Ancak devrimciler gerçek görevlerinin halk adına tepki vermek değil halkın öfkesini örgütlemek olduğunu da unutmamalıdırlar.

Diğer yandan tüm alanlardaki donmuş, sinmiş ilişkilerini muhalefete düşmesi ile yeniden canlandıracak olan CTP’nin alanlarda tecrit edilmesi henüz mümkün değildir. Bu sebeple seçim sonrası şokunu ve iç dalaşmalarını çözümledikten sonra hızla tüm alan örgütlerinin içine dalacak CTP militanlarına karşı dikkatli olmak, alan örgütlerinin ve toplumsal muhalefetin çıkarlarını değil kendi parti çıkarlarını dayattıkları her noktada onları teşhir etmek ve ılımlı muhalefetlerini kitleler önünde eleştirmek yöntemi ile savaşım devam ettirilmelidir.

 

Diğer “Sandalye Sahipleri”

Mecliste sandalye sahibi olma bahtiyarlığına erişmiş diğer partiler (DP, ÖRP, TDP)  bundan böyle UBP’nin 26 milletvekili sıkıntısının olası teklemelerinde yedek lastik olmak dışında herhangi bir işleve sahip değildirler. Bu yedeklik görevi teker teker yasalarda kendilerine yöneltilecek “rica”ların gereği veya kalıcı bir sıkıntının oluşması halinde olası bir koalisyonun “ortaklığı” olarak yaşam bulabilir. Bunun yanında ÖRP, AKP’nin Kıbrıs şubesi olduğundan dinsel gericiliğin örgütlendirilmesi noktasında ciddi bir baskı unsuru yaratmasını bekleyebiliriz.

ÖRP, AKP tarafından kendisine yönelik tüm “yardımsever” çabalara rağmen öncülü YDP’nin %8’lik oy oranını bile yakalayamayarak aslında başarısız olmuştur. Göçmen kitlelerin bu partiye itibar etmedikleri, hükümetin tüm nimetlerinden faydalanmalarına rağmen barajı zar zor geçmelerinden belli olmuştur. Ancak bu başarısızlığa rağmen ÖRP küçümsenmemeli gerici ilişkilerin yuvası olmasına izin verilmemelidir. Devrimcilerin göçmen kesimlere yönelik bir çalışma başlatması gereği ortada durmaktadır. Bağımsız bir Kıbrıs hedefine, ülkemizde bulunan ve artık geleceğini Kıbrıs’ta görmeye başlamış ciddi sayıda göçmen görmezden gelinerek ulaşılamaz. Kıbrıslı Türk halkının bir parçası haline gelen göçmenlerin örgütlenmesi başarımızın şartı haline gelmiştir. Ancak ÖRP göçmen kitlelere yönelik tüm çabalarımızda karşımıza çıkartılacak ileri uç akıncı birliği olacaktır.

TDP ise CTP’nin muazzam oy kaybına rağmen geçen seçimlerde TKP ve BDH’nın toplam oylarına dahi ulaşamayarak aslında oy kaybetmiştir. Bu da TKP’nin tasfiyesinin sosyal demokrat kitlede hiç de sempati uyandırmadığının göstergesi olmuştur. TDP’nin bu dönemde herhangi bir toplumsal muhalefet dinamiğinde herhangi bir olumlu veya olumsuz etkisi olmayacağı rahatça öngörülebilir.

 

BKP/Yasemin İttifakı

Seçimler boyunca ana akım sol dışındaki çevrelerde en çok tartışılan odak BKP/Yasemin ittifakı oldu. Aslında normal koşullarda seçime girmek için gerekli 50 adayı dahi toparlayamayacak olan BKP, tamamen ortaya çıkan özel durumlardan dolayı seçimin en popüler öznesi oldu. Bu koşullar CTP’ye karşı sol içerisinde oluşan tepki, bu tepkisini sandıkta göstermek isteyen ciddi bir kitlenin yarattığı basınç, böyle bir basınca rağmen örgütlülüğü belli bir oranda olan YKP’nin körleri sağırları oynamaktaki kararlılığıdır. Böylece oluşan boşluğu seçimlere bir ay kala Afrika gazetesi yazarları ile listesini tahkim eden BKP doldurma çabasına girmiş, sonuçta ortaya BKP/Yasemin İttifakı çıkmıştır. BKP/Yasemin İttifakı 40 bin askerlik bir işgal kuvvetinin ve sivil faşistlerin açık tehtidlerinin yarattığı şöven atmosfere rağmen seçim dönemi boyunca cesur çıkışlarda bulunmuştur. Yasemin tarafından dile getirilen olgulardan birçoğu, ekranlarda ilk kez dile getirilen ve ciddi cesaret gerektiren söylemlerdir. Diğer yandan aday listesinde kadınlara en fazla yer veren parti de Yasemin idi. Bu durum alışıldık “kadınlar erkekler için oy toplar” görüntüsünü aşarak kadınların ön plana geçtiği bir yaklaşımın da göstergesiydi.

Ancak BKP Yasemin İttifakı; neredeyse hiçbir bölgede örgütü bulunmayan ve kadroları bakımından 5-10 kişiyi aşmayan yapısıyla tam bir son dakika operasyonu idi. Parasal imkanları ise yok denecek kadar azdı. Buna rağmen %2,4 gibi azımsanamayacak bir oy elde etti. Bu oylar ne BKP’nin ne de Afrika’nın örgütlü oyları değildir. Üstelik BKP bir parti olarak bu oyları seçim sonrasında da örgütleyebilecek kadro yapısına sahip değildir. Yani BKP/Yasemin’in oyları halkımız nezdinde seçim öncesinde var olan tepkinin ve alternatif arayışının göstergesidir.

Biz Baraka olarak seçim öncesinde mevcut partileri ve seçim tavrına ilişkin çağrıları değerlendirmiş ve “BKP/Yasemin’in oylarının yüksek çıkması bizi sevindirecektir” demiştik. Şimdi seçim sonuçlarına bakarak ülkemizde işgal karşıtı 3000’den fazla kişinin olmasına sevindiğimizi söyleyebiliriz. Bu 3000 kişi, net bir tavır almak konusunda hiçbir çekinceye sahip olmayan, TC’nin adamız üzerindeki egemenliğine karşı mücadelede bizlere onay verecek ciddi bir rakamın işaretidir. Bu kitlenin birçok bakımdan sahip olduğu eksikliklerin giderilmesi ve nitelikli bir mücadeleye kanalize edilmesi devrimci mücadelenin başarısına bağlı olacaktır. Kısacası örgütleyip örgütleyememenin bizim çabamıza bağlı olduğu azımsanamayacak bir kitleden söz ediyoruz.

Diğer yandan seçim öncesinde Argasdi’de ve baraka.cc’de yayınlanan “Yasemin İttifakı ve Tavrımız” yazısında seçimlerden sonra açıklama sözünü verdiğimiz BKP/Yasemin’e ilişkin olumsuzluklar da bu kitleyi baskılamaktadır. Nedir bu olumsuzluklar?

KSP dışındaki tüm “sol” örgütlenmelerde var olan “göçmen fobisi”, “Türkiyeli-Kıbrıslı ayrımı” veya “Kıbrıs milliyetçiliği” diyebileceğimiz tavır, sözünü ettiğimiz olumsuzlukların en göze batanıdır. BKP/Yasemin (listesinde göçmen adaylar da bulunmasına rağmen) tüm seçim kampanyası döneminde Kıbrıslı Türk halkını bölen bir “Türkiyeli düşmanlığı” yaptı. Bu tavır TC’nin ada üzerindeki hegomonyasına karşı tepkinin küçük burjuva kendini beğenmişliği ile harmanlanarak, başka kültürleri küçümseyen veya bu kültürün tüm yönlerini tehdit olarak gören bir refleksle harmanlanmasından oluşuyordu. TC’nin hegeomonyasına pratik bir direniş sergilenemeyince bu zaafiyet TC’den göçmen insanlara karşı ırkçılığa varan tepkilerle ikame edildi. Üstelik bu tepkiler ülkemizdeki neredeyse tüm “pis” işleri yürüten, inşaatlarda çalışan, garsonluk, bulaşıkçılık, temizlikçilik, bahçe işleri yapan bir insan kitlesine yönelik sınıfsal korkularla da şekilleniyordu. Kısacası göçmen düşmanlığı diyebileceğimiz bu tavır, BKP/Yasemin’i zaman zaman şöven bir parti konumuna itti. Üstelik göçmen kitleler içindeki devrimci-demokrat-ilerici kesimlerin aynı yönde tepkiler vererek sağ siyasetlere doğru itilmesine de neden oldu. Hemen belirtmek gerekir ki bu tespitler BKP/Yasemin için geçerli olduğu kadar YKP için de geçerlidir.

Diğer yandan BKP/Yasemin seçim probagandası dönemi boyunca ciddi bir AB hayranlığı görüntüsü çizdi. AB’nin emperyalist bir oluşum olduğu, Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünde AB’yi oluşturan ülkelerin ciddi rol ve çıkar sahibi olduğu noktalarına neredeyse hiç değinilmedi. AB’ci bir karakterle damgalı Kıbrıslı Türk solunun tüm çarpık bakışının yanında, sivil toplumcu, postmodernist ve eklektik bir siyaset de Yasemin’de karşılık buldu. Bu eklektivizm bazı adayların CTP’yi yeterince liberal olmamakla eleştirdiği, diğer adayların kendilerini sosyalist olarak tanımladığı bir karmaşaya dönüştü. Ama tüm hareketin ağız birliği ile savunduğu “profesyonel ordu” garabeti sol adına bir utanç meselesi olabilir ancak. Ordunun özelleştirilmesi ve halktan koparılmasından başka birşey demek olmayan “profesyonel ordu” söylemi, askerlik yapmak istemeyen küçük burjuvaların kurtuluş umudu olarak yükseltildi. Seçim sonrasında TC Elçisinin ve tüm üst düzey bürokratlarının “hizmetleri için teşekkür edilerek” devreden çıkarılacağına ilişkin söylemler halkımızdan azımsanamayacak bir sempati toplamıştır. Ama böylesi söylemlerin altının doldurulmaması yanında yıllardır irademizi gasbetmiş TC devletinden hiçbir tazminat istenmeyecek olması da ayrı bir eksikliktir. Üstelik sürekli TC’ye karşı mücadele çağrısı yapılmasına rağmen bu mücadelenin oy sandıkları dışında nerede ve nasıl verileceğine dair hiçbir strateji geliştirme ihtiyacı hissetmeyen, başını çeken önderlerinin kameraların bulunmadığı hiçbir eylemde boy göstermediği BKP/Yasemin ciddi çelişkilerle de malüldür. Bu çelişkiler tipik bir küçük burjuva partisinin en doğal özellikleridir.

Biz devrimciler, genel olarak Kıbrıslı Türk solunun tipik zaafiyetlerini içeren bu olgulara rağmen BKP/Yasemin’in oylarının yüksek çıkmasına sevindik. Sevindik çünkü bizce ana mesele olan Kıbrıs halklarının emperyalizme karşı söz, yetki, karar, iktidar savaşımında ilişki kurabileceğimiz ciddi bir kitlenin varlığı sevinilecek bir şeydir. Üstelik BKP’nin veya Afrika’nın hatta YKP’nin başını çeken kesimlerde yukarda saydığımız çarpıklıkların var olması, bu kesimlerden etkilenen kitlelerin dönüştürülmeye açık olmadığı anlamına gelmez. Daha seçimden önce de söylediğimiz gibi bizim umudumuz Yasemin’den yana bir umut değil, Yasemin’e oy verecek kitlelerden yana bir umuttur. Romantik Kıbrıslıcılığın tüm çarpıklıkları, devrimci bir siyasetin pratik hayatta karşılık bulması oranında halkın bağrından silinip süpürülecektir. Bizim yapmamız gereken meşru, fiili, militan bir mücadeleyi halkın gerçek sorunlarının içinden örgütlemektir. Devrimci bir siyasetin yokluğunda oluşan küçük burjuva çarpıklıklara takılmanın, bunları mesele yaparak halktan soğumanın bir anlamı yoktur.

Ayrıca bizler; halkın içinde yürüteceğimiz çalışmalara sadece sözünü ettiğimiz %2,4’lük kitlenin değil, YKP’nin boykotuna katkı koyanlar ile UBP gelmesin diye CTP’ye oy veren çok daha büyük bir insan kesiminin de onay vereceğini biliyoruz. Açıkçası devrimcilerin bir varlık dahi olmak konusunda henüz yeni olduğu koşullarda halkın kendiliğinden tepkisinin niteliğini yargılamak değil yüksekliğinden umutlanmak daha motive edicidir.

 

Boykotun Koşulları

Yeni Kıbrıs Partisi bir süreden beridir sürdürdüğü “boykot” tavrını bu seçimlerde de yineledi. Seçim sonuçlarına bakıldığı zaman seçime katılım oranının geçtiğimiz seçimlere göre arttığı yani boykot çağrısının bir önceki yıl karşılık bulduğu kesimlerde bile yankı yapmadığı görülebilir. Boykot bizce başarısız olmuştur. YKP açısından (boykot için herhangi bir başarı kriteri veya hedef belirlenmediğinden, eğer belirlendiyse bile bu kriterler halka ilan edilmediğinden) herhangi bir başarının söz konusu olup olmadığını bilemiyoruz. Ancak seçimlerden önce geçmiş seçimlere katılım oranlarını listeleyerek yayınlayan parti profesyonelleri seçimlerden sonra bu listeyi son seçim rakamlarını da ekleyerek yorumlamaktan çekinmiştir! Üstelik seçimlere katılmama oranının ne kadar olmasını istediklerini ve bu orana eriştikleri takdirde bunun mücadele bakımından ne gibi bir faydasının olacağını da açıklamamıştırlar. Ya da açıkladılarsa bile ne halk ne de biz devrimciler bu açıklamayı anlamadık. Çünkü hem seçimlere katılım oranı arttı hem de boykotun amacı bizim için hala anlaşılır değildir.

Boykotun gerekçelerine dair gerek YKP’nin kitle toplantılarında gerekse de sonraki süreçte parti gazetesi Yeniçağ’da birçok şey söylendi, yazıldı. Bilindiği gibi “gerekçe” ve “amaç” ayni şey değildir. Kaldı ki ortaya gerekçe niyetine sunulan argümanlar da kanaatimizce geçersizdir. Ciddi bir duygusallıkla ve heyecanlı bir tepkisellikle savunulan “boykot” eleştirilemez bir mertebeye yerleştirilirken, mütevazi çabalarla dergimizde yürütmeye çalıştığımız tartışma da “saldırı” kabul edilmiştir. Böylesi bir yaklaşım “saldırı” ve “eleştiri” arasında fark görmeyen bir anlayışın ürünü olabilir ve sol içi ilişkilere ciddi zarar verir.

Oysa YKP medyanın kullanılamayacağını iddia etmesine rağmen, BKP tüm ekranlarda boy göstermiştir. YKP’nin medyada “parlamentoda koltuk sahibi partiler, koltuk sahibi olmayan partiler” şeklinde bir ayrıma gidileceği ve CTP-UBP gibi partilerle tartışma imkanı olmayacağı öngörüsü yanlışlanmıştır. Gene boykota gerekçe olarak öne sürülen “seçime seçim demenin koşulları yoktur” önermesinin “Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi”ne öykünme içerdiği bizim gibi bir stratejik yeni-sömürgede böyle kriterlerle hiçbir zaman seçime girilemeyeceği ortadadır. Nüfus yapısına dair gerekçelerin seçime girmeme gerekçesi olamayacağı, bunun göçmen fobisinin bir başka yönü olduğu, üstelik nüfus yapısını gerekçe yaparak seçime girilmeyince ne gibi bir kazanım elde edileceği açıkta kalan sorulardır. YKP tarafından dile getirilen tüm anti-demokratik uygulamaların haklılığı bir yana bu gerekçe ile seçime katılmamak; devrimci siyasetin sahip olması gereken “devrimciler en kötü koşullarda bile seçimlere katılırlar ve rejimin kokuşmuşluğunu bu platformda da halka gösterirler” yaklaşımı ile çelişmektedir. Yeni-sömürge bir ülkede işgal koşulları altında demokrasi arayışı; devrimci kaygılardan çok yasalcı kaygıların ve bizim egemenler arası bir paylaşım sözleşmesinden ibaret olduğunu bildiğimiz hukuğa tapmanın simgesidir.

BKP/Yasemin’in varlığı tarafından yaratılan çekim, YKP’li kitleleri de etkilerken; bir süre sonra YKP yönetimi değil halk kesimlerini kendi kitlesini dahi boykot yapmaya ikna etmek için çaba harcamak zorunda kalmıştır. Bu çaba gerek BKP/Yasemin’e gerekse de “oyları yüksek çıkarsa seviniriz” diyen Baraka’ya yönelik öfkeli bir ton kazanmakta da gecikmemiştir. 

 

Sonuç:

Sonuç olarak, seçimler kurulu düzen açısından işlevini tam anlamı ile yerine getirmiştir. Yıpranmış CTP kenara alınırken zayıf bir UBP hükümet koltuğuna oturmuştur. Bir süreden beridir pratik bir güç birliği içerisinde olan sol parti, grup veya çevreler arası ilişkiler bizzat bu yapıların kendi elleri ile dinamitlenmiştir. Şövenizm seçim öncesi öngörülerimizi doğrulayan bir şekilde yükselmektedir ve daha da yükselecektir.

Bu tablonun en üzücü yanı solun devrimci eyleminin birliği noktasında örgütler arası ilişkilerin bir kez daha hasar görmesidir. Biz devrimciler günler, haftalar hatta aylar sürecek tartışmalarda oluşturulacak mükemmel metinler üzerinde uzlaşma çabasının değil, pratik işler üzerinde eylem birlikteliğinin ve samimiyetin GÜVEN yaratacağına inandık, inanıyoruz. Bu sebeple de somut işlerde sözümüz oranında katkı, katkımız oranında söz koymaya çalışıyoruz. Üstelik bunu yaparken benimsesek de benimsemesek de muhattaplarımızın hassasiyetlerine saygı duyarken, kendi fikir ve düşüncelerimizi ifade etme hakkımızın engellenmesine de asla izin vermiyoruz. Fikir ve düşüncelerin ifadesi noktası samimiyet için vazgeçilemez bir önkoşuldur. Bunun için “kim daha solcu” saçmalığının gazete ve dergilerde silah gibi kullanılmasını değil, zaten yüz yüze ifade edilmiş olan ayrım noktalarının eleştirel bir dille yazıya aktarılmasını yöntem kabul ediyoruz. Seçimler sırasında da yaptığımız bundan ibarettir. Oysa tüm samimiyetimizle muhattablarımızın yüzüne söylediğimiz şeylerin “saldırı” olduğunun iddia edilmesi, ciddi bir samimiyetsizlik göstergesidir. Diğer yandan sol içi tartışmalara değer katan şeyin bu tartışmaların birlikte iş yapmış, birbirinin pratiğini bilen yapıların karşılıklı değerlendirmeleri olduğunu düşünüyoruz. Oysa bazı çevrelerin tartışmalara ilgisiz üçüncü şahısları katarak fayda sağlama çabaları da ilişkileri olumsuz etkilemiştir.

Baraka’cı devrimciler seçimlere dayalı bir iktidar stratejisine sahip değildir. Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Elenlerin anti-emperyalist eyemlerinin birliğini, bağımsızlık ve yeniden kardeşleşmenin önkoşulu olarak görürler. Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve halklarının kardeşliği için yürütülmesi gereken mücadelede Kıbrıslı Türklerin devrimci eyleminin birliğinin sağlanması ise hayati önemdedir. Ancak bu, sürekli yinelenen çağrılarla değil, teker teker örgütlerin devrimci bir eylemliliği kendilerinden başlatarak inşa edilmesi ile mümkündür. Mevcut koşullar altında ortak işler noktasında şantaj yaparcasına tekrarlanan “ittifaklar politikasının gözden geçirilmesini” bekleyecek veya böyle bir şantaj yapıldı diye ittifak yapmaktan geri duracak değiliz. Ancak tavır kılığı altındaki her tavırsızlığı da sorgulamaya devam ederken, öncelikle kendimizi önümüzdeki işe vereceğiz.

Önümüzdeki iş; sol muhattaplarımızla dalaşmak değil neo-liberalizme, faşizme ve emperyalizme karşı halkın tepkisini açığa çıkarmak, örgütlemektir.