ARGASDİ’NİN 40. SAYISINDAN EKOLOJİK DENGEYLE İLGİLİ BİR MAKALE “DOĞADA BİZ OLMAK”

 

Pınar Piro

pinarpiro@googlemail.com

 

unnamed“Doğanın dengesi bozuldu”,  “Ekolojik talan hat safhada”, “Bu dünya yalnız bizim değil”, “Ekolojik dengeyi bozanlar, bunun hesabını elbet verecek” gibi samimi ve mücadeleci ifadeler… Ya da “Bu çevre hepimizin, sevelim, koruyalım”, “Sürdürülebilir bir çevre için el ele verelim” gibi şirin görünen ama genelde tavırsız ve sahte sözcükler…

Böylesi cümleleri sıklıkla duyar, sıklıkla söyleriz. Küçük büyük herhangi bir felaket olmaya görsün, daha da büyük tepkiler sarar her yanı. Kimisi iki sohbet arasına katar entellektüel görünür, kimisi reklam ve kar aracı yapar. Kimisi de kendine dert edinir söz konusu olayı. Bir daha olmasın diye elinden gelen ne varsa uğraşır. Kimisinin hayatı yerle bir olurken, kimisi de kendine açılacak yeni alanların keyfini sürer.

 

“Doğal” olaylar ve “doğal” tepkilerimiz

Her gün her an başımıza gelebilecek olaylar; depremler, sel baskınları, yangınlar, yani kimisi doğanın intikamı, kimisi insan yaratımı olan “doğal” afetler… Ve tabii en az onlar kadar önemli ve hali hazırda her gün her an başımıza gelen ama birçoğunun zararının boyutunun farkında bile olmadığımız diğerleri. Daha hızlı büyüsün ve gözümüze daha güzel görünsün diye ilaçlanıp genetiği bozulan yiyecekler. Ve tabii yiyecekle birlikte toprağa ve suya karışan tüm o ilaçların bize her türlü yoldan ulaşması. Çöplerin açık havada yakılarak, yani gazının havaya, zararlı her zerresinin toprağa karıştırılarak yok edilmesi. Sokağımızı ve evimizi basan böceklerin, uykumuzda rahat vermeyen sineklerin havaya atılan zehirlerle yok edilmesi. Biz giyinelim, biz takıp takıştıralım diye hayvanların parça parça bölünmesi. Biz biraz eğlenelim, kendimizi de özel hissedelim diye, kıyıları parsel parsel paylaşan otellerin pis atıklarını attığı denizlerde yüzmemiz. Santraller tüm zehrini denize ve havaya salarken buna kayıtsız kalışımız. Tonlarca petrolün döküldüğü denizlerde sayısını aklımızın alamayacağı kadar balığın ölmesi ve bizim mangalda balık keyfimize içimiz rahat devam edebilmemiz. Dereler kapatılarak üst üste veya dip dibe yerleştirilen konutlarda sorgulamadan mutlu mesut yaşamamız. Karpaz’daki eşekler ve kaplumbağaların yaşam alanlarına giden elektriğe ve asfalta karşı sessiz kalıp, bize sunduğu tatil imkanlarından memnun oluşumuz. Yıllarca adamızı zehirleyen CMC’nin etkileri ile birlikte yaşamaya devam edişimiz. Ve daha gözümüzün görmeyi reddettiği bir sürü olay. Ekolojik dengeyi bozan sayısız insan hatası.

 

Peki, tüm bunları tüm insanlığa mal etmek doğru mu?

Hayır. İlk çağlardan beri, insanların yaşamlarını devam ettirmek için doğanın diğer kaynaklarından faydalandığı doğrudur. Bitkileri ve hayvanları besin kaynağı olarak tüketmişlerdir ancak sadece ihtiyaçları kadar. Temizlenmek için denizleri ve nehirleri kullanmışlar ancak beden kirlerinden başka hiçbir atığı suya bırakmamışlardır. Toprağa sıkıca tutunan ve aldıkları temiz havayı sağlayan ağaçları, birçok canlıya yuva olan ormanları yok etmemişlerdir. Şu an karşı karşıya bulunulan ekolojik krizin sorumluluğunu genel bir “insan” kategorisine yüklemek bu katogorinin içerisinde barındırdığı sınıfsal, cinsel, etnik ve kültürel farklılıkların yok sayılmasına ve biyosferin sömürülmesindeki farklı sorumluluk düzeylerinin belirsizleşmesine yol açar. (1) Bu sorunun bu kadar büyümesi ise sanayi ve teknolojideki gelişmelerin egemenlerin elinde şekillenmesi nedeniyle olumsuz yönlerinin daha hızlı hayat bulmasındandır. Özellikle 19. yy. Sanayi Devrimi’nden sonra sermaye sahipleri, kendilerini, işçilerin olduğu gibi doğanın da hakimi olarak nitelendirip, ekonomik çıkarları uğruna tüm doğal kaynakları kullanma ve yok etme hakkını kendilerinde görmüşlerdir. Bu yönde yapılan tüm girişimler de ekolojik dengenin bozulmasına yol açmıştır. Taşımacılık ve evlerde kullanılan yakıtlar havaya, toprağa ve suya karışarak yine insanlara dönmeye başlamıştır. Hayvanların doğal nüfus artışları değiştirilip plansız yok edilişleri, kimi hayvaların soyunun tükenmesine kimisinin de ekolojik dengeye zarar verecek kadar artmasına neden olmuştur. Bitkilerin doğal gelişim süreçleri tarımsal uygulamalarla hızlandırılmış, yerleşim adı altında ağaçlar yok edilmiştir. Yeraltı kaynakları plansızca tüketime açılmıştır. Atmosfere salınan gazlar doğal iklim yapısını bozmuştur.

Tüm bunları söylerken ve bu ekolojik sorunları ortadan kaldırmaya çalışırken, sorunların başlangıcını kapitalist sistem olarak göstermek de doğru değildir. Yapısı gereği kara ve sömürüye dayalı olan kapitalizm, başka alanlardaki çelişkileri derinleştirdiği, ilişkileri yozlaştırdığı gibi ekoloji alanında da var olan bozulmaları pekiştirmiş, yayılıp genişlemesine neden olmuştur. Ve buradan yola çıkılarak, ekolojik sorunların ortadan kalkması için kapitalizmin aşılması gerekliliği çok açık bir şekilde görülebilmektedir. Bu süreçte, insanlığın tüm etkinliklerinde ekosistemin devamlılığını düşünerek hareket edeceği bir yaşamın mücadelesi verilmelidir. Pek tabii ki mücadele edilmesi gereken tek sorun ekolojik alanla kısıtlı kalmamalıdır. Nasıl ki, sadece emek-sermaye çelişkisinden hareket eden ve geriye kalan tüm sıkıntıları gözardı eden bir mücadele sonucu kazanılacak zafer, tüm sorunları çözebilecek başarılı bir zafer olamayacaksa, sadece alanlara yönelik faaliyetler de zafere ulaşmak için yeterli olamayacaktır. Tüm bu nedenlerden dolayı, uğruna mücadele edilen sosyalizm salt bir ekonomizmle değil, ekoloji temelli yani ekososyalist bir yolla yürünürse, ekolojik sorunları çözebilecek bir sosyalizm olabilecektir.

 

Ekolojik yıkımdan kurtulmak çok mu zor?

Ekosistemde yaşanan sıkıntıların fazlaca çoğaldığı hatta bazı zararların artık dönüşünün olmadığı doğrudur. Ancak aslında sadece bir parçası olduğumuz doğaya, onu şekillendirebilme yetimizin olduğundan yola çıkarak, müdahalelerde aşırıya kaçmaktan vazgeçebilirsek, yürünecek yollar o kadar da zorlu değil. Yapısı gereği var oluş ve yok oluşlardan oluşan ekosistemde gereksiz var edişe ve fazladan yok oluşa engel olabilirsek, işte o zaman doğada biz olabiliriz.

Şimdi bir düşünelim o zaman. Toplu taşımacılık için mücadele etmeyip her eve ikişer üçer araba yerleştirirsek, otellerin pis sularını bıraktığı denizleri “Deniz bugün çok kirli, havuza girelim” diyerek pisliğiyle baş başa bırakırsak, kesilen yüzlerce ağacın feryadını duymazdan gelip, yok edilen Beşparmakların resmini sosyal medyada görünce “”Eeehh, Bunlar da çok oldu artık!” deyip sayfayı aşağıya kaydırırsak, denizlere dökülen petrolden yok olan deniz canlılarını unutarak denizimizin rengi ile övünebilirsek, belediyelerin “bizler için” yaptığı “zehirleme”ye sessiz kalırsak, yani bizim dışımızdaki yok oluşa karşı koymazsak, biz kalır mıyız? Toprağına, suyuna ve havasına muhtaç olduğumuz, hayvanıyla ve bitkisiyle birlikte yaşamazsak yok olacağımız bu doğada yaşarken, bu bencillik niye? Dengesi bozulan doğa, her geçen gün bizim de dengemizi bozmuyor mu?

 

(1) Yeniyol Dergisi, Sayı 28, Stefo Benlisoy, İmdat Frenini Çekmek

* Bu yazıda, Argasdi Seçme Yazılar kitabının Ekoloji bölümündeki makalelerden faydalanılmıştır.