ARGASDİ’NİN DENGE SAYISINDAN AİLE’YE DAİR BİR MAKALE: “OFF ANNEEE! AMAN BABAAA!”

Zekiye Şentürkler

zekiyesenturkler@hotmail.com

 

aile resim 2Aile tarihi ile ilgili araştırmalara bakıldığında görebiliriz ki tek eşli aile biçimi ile özel mülkiyetin arasında paralellik bulunmakta. Bilimsel olarak ailenin tarihi incelendiğinde eski toplumların anasoycu olduklarını görürüz. Çünkü tek eşliliğin olmadığı bir toplumda soy anneye göre belirlenmek zorundaydı. Babasoycu akrabalık kavramı daha sonra özel mülkiyetin ve miras hukukunun doğmasıyla ortaya çıkmıştı. Çağdaş tek eşliliğin ortaya çıkışı da tam bu miras sorunuyla ilgiliydi. Günümüzdeki tek eşli evliliklerde de özel mülkiyetin getirdiği kadının erkeğe bağımlılığına, maddi gücün erkekte olmasına ve kadına analık/bakım gibi görevlerin düştüğüne halen daha rastlayabiliriz.

 

***

Ergenliğinizde bu yazının başlığını ailenize günde kaç kez söylediniz diye sorsalar cevabınız “sayamadım” olur elbette. İşte tam da ergenlik zamanında anlarız sistemin bize dayatmak istediğini ve aile aracılığıyla nasıl da doğduğumuz andan itibaren sinsice içimize sızdığını. İşte tam ergenlik zamanında isyan ederiz toplum baskısına, o baskının aile baskısına evrilmesine… Ya başarır kendimiz oluruz ve sisteme kafa tutarız ya da sistemin tam da istediği şekle bürünür kendi çocuklarımıza, eşimize sistemin dayattıklarını uygulamaya hazırlanırız.

 

Biraz daha oyun oynasam?

Bebeklik döneminden başlayacak olursak, ailemiz ya da sistem cinsiyetimizle bu dönemden itibaren ilgilenmeye başlar. Gençlik döneminde bizlere dayatılanın yanında solda sıfır kalsa da kızların bebekle oynamasının uygun olmasına karşı erkeklerin araba ile oynamaları ya da kızların pembe giymesinin önemiyle(!) erkeklerin mavi giyme şartı(!) ta bu dönemlerde yaşanır. Çocuklukta ise uğraşmamız gereken daha büyük sorunlar vardır aslında; ailemizin bizler üzerinden yapması gereken prim. Derslerimizde hep en yüksek notları alırken ayni zamanda katılmadığımız sanat ya da spor aktivitesinin kalmaması, sonra aniden tüm aktivitelerden alıkonulup derslerin içerisine gömülmemiz, elde edilecek başarı, okumayı sökmek, yazmaya geçmek, matematikte zehir gibi olmak sonra yeniden basketbol oynamak, bale yapmak ve bunun gibi pek çok çelişki… Çoğumuzun ailesinin çoğumuza bunları dayatması tabii ki bir tesadüf değil, hele de ülkemizdeki orta sınıf bir aile ortamında büyümüşseniz… Sistem işini o kadar iyi biliyor ki hiyerarşiyle bizleri daha çok küçük yaşta tanıştırmakla başlıyor işe. Hem de bunu karşılıksız sevdiğimiz, saygı duyduğumuz ailelerimize yaptırıyor. Böylece ileride kocasına, öğretmenine, patronuna, güce itaat eden, haksızlığa göz yuman, haksızlık karşısında ses çıkarmayan bireyler oluyoruz. Sistem ne isterse aileler onu, aileler ne isterse çocuklar onu yani sistem ne isterse herkes onu yapıyor.

 

Off anne! Aman baba!

Sonra sıra geliyor her iki taraf için de en zor döneme. Artık çocuk değiliz. Söz dinlemeyebiliriz. Sisteme ayak uydurmak istemiyoruz. Ama yine de sistem bizden bir sıfır önde. Bizim bilinçsiz olduğumuz çocukluk dönemimizde arayı açmış bir kere. Arayı açmakla kalmamış öngörülü de olmuş sistem. Bizlerin ergenlik döneminde yaratacağımız sıkıntılar için kendini geliştirmiş, alternatif yöntemler bulmuş. Bizleri sadece para ile satın alınabilen pek çok şeye özendirmiş, sosyalleşmeyi para üzerinden geliştirmiş ama parayı bize değil en yakın dostu olan ailelere vermiş. İşte bu aşamada bizler yine sistemin kölesi olma hikayesine tekrardan başlıyoruz. Sanatsal aktivite ve ders baskılarının devam etmesini bırakın artmasının yanısıra toplumsal cinsiyet rolleri de etrafımızı sarmaya başlıyor ergenlik döneminde. Erkeklerin eve gelmemesi makulken kızların mümkünse evden adım atmamasının makul olduğu, kızların erkekler tarafından korunmaya ihtiyacı varken erkeklerin korumacı olmak zorunda olması bizleri isyan ettiriyor. Ve yine o meşhur amaca hizmet ediyor ailelerimizin tavırları; sistemin yaratmaya çalıştığı itaatkar bireyler olmaya! “Ne?! Üniversite okumak istemiyor musun? O zaman seni bir terzinin yanına verelim kızım/O zaman makinist çırağı oluyorsun oğlum!” “Üniversite mezunuysan meslek sahibi olabilirsin” diyor sistem bize. Yani üniversite bitir, lise mezunu kişilere karşı insanlığını yitir, onları ez ki sistem tıkırında işlemeye devam etsin. Ya da bir kadın olarak evlenmek istemiyor musun, o zaman da “evde kalmış” damgası vuruluyor sana ve ezilmek kaçınılmaz sonun oluyor ailene göre. Evleneceksin ki sistemin ezmeyi öğrettiği erkek karaktere itaat edesin. Evleneceksin ki ailen torun torba sahibi olacak, sonra sistemin ona oynamasını söylediği oyuncaklar senin çocuklarına alınacak ve yeni nesil için hikayenin başına dönülecek.

***

Ancak böyle olmak zorunda mı? Tarihsel süreç içinde çok eşli kültürlerden tek eşli aileye geçen, anasoycu toplumlardan babasoycu bir yapıya dönüşen aile, değişemez bir kale değildir. Sevgi, paylaşım, dayanışma gibi olumlu yanlarını muhafaza ederek, baskı, itaat, anti demokratiklik ve eşitsizlik gibi sisteme hizmet eden yönlerini değiştirerek işe başlayamaz mıyız? Zaten ailenin temelini oluşturan ekonomik yapı da değişmekte. Örneğin ülkemizde Göç Yasası’ndan sonra ekonomik olarak daha da geriye giden durumun ve özel sektör çalışanlarının aldığı asgari ücretin, aile yapısını değiştireceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Daha uzun saatler çalışıp daha az gelir sağlayabilen aileler için bazı hizmetlerin kamusal olması hayati önem taşımaya başlamakta. Analık/bakım rollerini yerine getirmekte zorlanan kadınlar için devletin sağlayacağı kamusal kreş artık lüks değil ihtiyaç halini almakta. Dolayısıyla bilmeliyiz ki mücadele etmek için hiç bir zaman geç değildir. Sistem bize geç olduğunu değişik şekillerde dayatmaya çalışsa da, biz sistemin karşısında örgütlenirsek, düzeni değiştirmek için yapamayacağımız şey yoktur.