Memleketin Ahvali – Kamil İpçiler

Mizahi bir dille son üç ayın gündemini hatırlamak isteyenlere, Argasdi dergimizin 48. sayısından “Memleketin Ahvali”

Guterres Geldi de örgütlenmenin zamanı geçiyor bile

Guterres Geldi de, Örgütlenmenin Zamanı Geçiyor Bile!

Bizimkilere New York’ta bildirilen bir kararla yeniden hızlandırılan Kıbrıs sorununun “bütünlüklü” çözümüne dair müzakere süreci, belirli merkezlerden fonlanmış bazı “sivil toplum örgütleri” ve medya başta olmak üzere yaratılan “bu sefer çok yakınız” algısına rağmen yine suya düştü. Kıbrıslı Türk halkının sürece, bu kez daha soğukkanlı ve sorgulayıcı yaklaştığı, gündelik sorunlarından kop(a)madığı ve önceki süreçlerin sonrasında yaşanan hayal kırıklığı ile ümitsizlik ortamının bu sayede bir nebze daha az yaşandığı görüldü. Ne İsviçre’de bulunan basın emekçilerimizin ne de İsviçre’deki siyasi parti temsilcilerinin elle tutulur hiçbir gelişme aktaramadığı sürece, halkların ilgisini çekebilmek adına ciddi çaba gösterildiği bir gerçek. Öyle ki, yeterli ilgi görülmediği zaman “Guterres gelirse bu iş çözülür” balonu şişirildi. “Guterres geldi geliyor” diyerek hop oturuldu, hop kalkıldı. Portekizli’nin, memleketlisi Ronaldo kadar yetenekli olmadığının anlaşılmasıyla o iş de fos çıktı.

Liderlerin ve garantör devletlerin bu kez kesin bir çözüme zorlandığı, Crans Montana ile çözüme çok yaklaşıldığı hikayeleri arasında, bir başka İsviçre kasabasından da “barış” çıkmadı. Ancak en üzücü olanı ise neredeyse bir ay boyunca ülkemizin “sol partileri” müzakere süreci haricinde herhangi bir konuyla ilgili basına açıklama dahi servis etmedi. Oysa YDP gibi faşist ideolojiden yapılar, bu sürede kamusal sağlık hakkı gibi halkın sorunlarına eğilen açıklamalar yaptı. Gericiler de müzakere süreci devam ediyor diyerek frene basmadı; gençlerimizi yurtdışında düzenlediği gerici kamplara götürerek “eğitmeye” çalıştı, Din İşleri Dairesi Yasası ile ciddi bir atılım yaptı. Kıbrıs’ın geleceğinin nasıl şekilleneceği, hangi talebin arkasında ne kadar kişinin örgütlenmiş olacağına bağlı. İster “büyük”, ister “küçük” ölçekte taleplerimizi örgütlemenin yolunun gündelik hayata dair çabalarla mümkün olduğunu, bir yurdumun “barış bekleyenleri” anlamadı da başka herkes anladı.

 

1 Eylül tatile denk geldi

Halkın Sorunlarının “Çözümden Sonraya” Kaldığı Ülkede, Barış Günü de “Tatilden Sonraya” Kaldı

Geçtiğimiz sayı bu sayfada “barış mücadelesinin müzakere masasının temposuna göre ayarlanmasını” eleştirmiştik. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde ise, barış mücadelesinin tatil planına göre ayarlandığı bir durum ortaya çıktı. Barışa susamış bir adada her yıl eylemlerle kutladığımız 1 Eylül, bu yıl dini bir bayramın birinci gününe denk gelince, eylem çağrısı yerine, basın toplantısı ile geçiştirildi. Barışın müzakere masasında öne çıkan konulardan ibaretmiş gibi gösterildiği, müzakere masasının da çöktüğü şu günlerde, barış gününde her yıl olduğu gibi sokakta olmak hayati öneme sahipti. Baraka ve Bağımsızlık Yolu 1 Eylül’de meydanı boş bırakmadı, “Ne tatil ne bayram, barış için her zaman” diye haykırarak önerileriyle birlikte sokağa çıktı.

 

Bir Aile Daha Soyadının Bedelini Ödedi Korahan Ailesi

Bir Aile Daha Soyadının Bedelini Ödedi (!)

Ülkede gün geçmiyor ki “yasal ama etik olmayan” durumlar yaşanmasın. Sayıştay Başkanı, Osman Korahan’ın kardeşinin Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı özel kalem müdürlüğünden, istifa etmesi üzerine bu kez de Korahan’ın eşinin aynı makama atanmak istemesi, “partililere” yapılan kıyakları bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Bir kişi Sayıştay Başkanı, kardeşi de bir bakanlığa özel kalem müdürü atanmış olabilir. Ancak kardeşinden sonra özel kalem müdürlüğüne eşinin atanması için “ricada bulunması”, hükümetin ise istediğini seve seve vermesi, halkın vergileri ile oluşturulan devlet bütçesinin, halkın genelinin yaşam standartlarını yükseltmek için değil, belirli aileleri bolluk içinde yaşatmak adına kullanıldığını yüzümüze vurdu. Dürüst’ün “Bu atamalar bizim devlet geleneğimizdir” şeklinde konuşması zaten her şeyi açıkladı. Soyadının bedelini ödeyen aileler arasına bir yenisi daha eklendi…

 

Sömürü arttıkça kazalar da artıyor

Sömürü Arttıkça “Kazalar” da Artıyor

Özel sektörde güvencesiz koşullar ve uzun çalışma saatlerine bağlı sömürü günden güne artıyor. Nedenleri bilinen ve yaşanacağı öngörülebilen fakat bizim “kaza” demeye devam ettiğimiz yaralanma ve ölümler de haliyle daha çok yaşanıyor… İki yıl önce yüzde 50 artış göstererek iki katına çıkan iş kazaları, her ay yaşanmaya başlamıştı. Gelinen son noktada ise her hafta bir iş kazası, hatta 2 saat içerisinde 2 iş kazası haberi alabiliyoruz.

Paket servisçilerin hızlı ve dikkatsiz sürüşleri trafikte meydana gelen “kazaların” birincil nedeni olarak gösteriliyor. Halat kullanılmaması da inşaat sektöründe düşmeye bağlı yaşanan “kazaların”… Peki neden paketçiler hızlı sürüyor, neden halat gibi basit görünen bir önlem dahi alınmıyor?

İnşaat ve paket servis gibi alanlarda yaşanan sömürü, kazalar ile bir nebze görünür hale gelirken, diğer birçok alanda yaşanan emek sömürüsü ve baskıyı, çalışanların “lütfen ismimi öğrenmesinler” ile başlayıp biten gizli ihbarlarından, sessiz çığlıklarından duyabiliyoruz. Paketçinin hızlı sürmesinin de, halatın olmamasının da, sessiz çığlıkların da sebebi belli; sömürü düzeni… Kesin olan şey, bunun önüne sömürülenlerin, yalnızca örgütlenerek geçebileceği… Örgütlenme ise “sendikalaşmanın önü açılsın” gibi yuvarlak laflar ile değil, SENDİKASIZ ÇALIŞTIRILMANIN YASAKLANMASI ile mümkün olur!

 

Hoca AÖA'ya Taktı- kapattırmayız

Hoca (!) AÖA’ya Takmış

Saatleri bir ileri bir geri ala ala, AÖA’nın kapatılması için yapılacak girişim 2 yıl kadar kaydı. Normalde 5 yılda bir kapatmaya çalıştıkları AÖA için düğmeye basılması bu kez 7 yıl sürdü. 2005, 2010, şimdi de 2017; hedefte yine devletin yükseköğrenimdeki son kalesi! Devletin yükseköğretim verdiği, üstelik burada eğitim alan öğrencilere burs ve iş garantisi sağladığı yegane kurum olan Akademi, ailesinin imkanları kısıtlı olan gençlerimiz için üniversite eğitimi alabilmeleri adına güzel bir şansken, burada yetiştirdiği ilerici öğretmenler ile  tüm toplumumuz ve yarınlarımız için değerli bir şanstır. Aydınlık nesiller yetiştirebilecek, toplumu daha ileriye götürebilecek ilerici öğretmenlerin eğitim almasını kim, neden engellemek istesin? Kim bilimsel eğitimden rahatsız olabilir? Kim özgür yarınlar yerine gericiliği yaymak isteyebilir? Hah, ampül şimdi yandı! 2005’te CTP’ye, 2010 ve 2017’de UBP-DP’ye “Akademiyi kapatın” talimatı veren merkez aynı. Karşılarında da aynı direnişi bulacaklarından şüpheleri olmasın. Hoca camide kalsın, akademiyi kapattırmayız!

 

karikatür tuzağı

Karikatür Tuzağı

Ağustos ayında gündemi en fazla meşgul eden konu, Haziran ayında yayınlanan karikatür oldu. Evet, Haziran ayında çizilen karikatür, Ağustos ayında gündem oldu!

Faşizmin Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımından beslendiğini yurdum faşistleri çok iyi bilmekte. kktc’ye girişlerde hiçbir denetim ve kontrolün olmadığı ve bu durumun değiştirilmesi gerektiği bir gerçek. Ancak bazı çevreler karikatürün bunu anlattığını savunsa da, kendisini savunamayan karikatür “Türkiye’den gelenlerin suçlu olarak resmedildiği” görüşü altında ezildi. Çeşitli siyasi amaçlarla 3 ay sonra gündeme getirilen karikatür, faşistler için bir nimet, Kıbrıslı Türk solu içinse bir tuzak niteliğindeydi. Sol içerisinde belli bir kesimde hakim olan; “adaya suçu Türkiyeliler getirdi” düşüncesi, bu karikatür üzerinden dillendirilmeye başlandı ve -emek siyaseti yapan bir örgütümüzün itirazları haricinde- solun Türkiyeli/Kıbrıslı ayrımını tazeleyen faşist çevreler süreçten istediğini aldı. Oysa Ağustos ayında Kıbrıs’ın güneyinde yapılan bir araştırma, güneyde suç işleyenlerin yüzde 77’sinin Kıbrıslı olduğunu, yani kimin suç işleyeceğinin geldiği yerle alakalı olmadığını ortaya  koydu.

Karikatür gündemiyle ilgili çıkarmamız gereken derslerden biri bu gerçeği kavrayamamış ciddi bir kesimin olduğudur. Diğeri ise, iletişim fakültelerinde söylenenin aksine, görselliğin bazı durumlarda açıklayıcı bir yazının yerini sağlıklı şekilde alamayacağıdır.