Ülkemizdeki ÇevrEkoloji Mücadelesine Genel Bakış – Mustafa Batak

Argasdi dergimizin 48. sayısındaki ÇevrEkoloji dosyasından bir yazı…

57354

Neoliberal saldırıların tüm dünyayı etkisi altına aldığı bu dönemde, her alanda olduğu gibi çevre ve ekoloji alanında da ticarileştirme ve piyasalaştırma söz konusu… Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma ve daha pek çok alana yapılan saldırılar, hedeflenen bütünün bir parçasıdır ve hatta bu bütünün içerisinde, doğanın her bir parçasını piyasalaştırıp ölçeği genişletmek ve karı büyütmek de vardır. Dahası, tüm bunlar planlanıp, bu yönde bir takım adımlar atılırken; doğayı ve canlıları düşünmek bir kenara dursun, bu canlılar; ya yok sayılıyor ya da planlanan çerçevede yaşam alanlarından kopartılıp ölüme mahkûm ediliyor. Örneğin, 2007’de CTP eliyle elektrik götürülerek, sermayeye hazırlanan Karpaz’da, bugün imara açılma endişesi ve eşeklerin doğal yaşamından koparılması gibi söylentiler söz konusu. Gorno Tepesi’nden Bedis Piknik alanına doğanın piyasalaştırılması denemeleri devam ederken, taş ocaklarında rant uğruna dağlarımız oyuluyor. Doğaya yapılan saldırıların örnekleri irili ufaklı çoğaltılabilir. Ancak esas olan hedeflenen dönüşümün kendisidir ve bundan da önemlisi bizlerin buna nasıl tepki gösterdiğidir…

Kıbrıs’ın kuzeyinde süreklilik arz eden ekososyalist mücadeleden söz etmemiz mümkün değildir. Ancak süreçler gelip bizi buldukça oluşan daha çok şehir merkezli, Nükleere Hayır Platformu, Su Platformu, Çevre Platformu ve Girne İnisiyatifi gibi yapılanmalarla, muhalif sesler yükseltilebiliyor. Doğa talanı veya ticarileştirilmesi gibi sorunlar Lefke, Zeytinlik, Bedis, Vasilya gibi yerel bölgelerde öne çıktığından son dönemde çevre mücadeleleri buralardan da yükseliyor.

Eksik Bırakılanlar…

Köylerde yaşayan insanların toprağa teması, şehirlerde yaşayan insanlara göre çok daha fazla olduğundan, yapılacak müdahaleye karşı koyulan öfke de bir o kadar büyük oluyor. Ancak bu öfkenin, daha çok sol liberallerin yönlendirmesiyle “yasalcı” bir noktaya yaslanma istenci önemli bir sorundur. Toplumun “balık hafızalı” olduğu inancıyla geçmişte kendilerinin yaptığı doğa düşmanı uygulamaların çabucak unutulacağı düşüncesi, öfkeyle örülen mücadelenin önüne geçiyor. Sadece yasalara dayanarak konunun yargıya taşınması elbette önemli ve gereklidir. Ancak mücadeleyi mahkeme salonlarına hapsetmek, sonucu olumlu dahi olsa tam bir kazanım değildir. Çünkü bir gün yasaları yapanların sermayeyle el ele verip o yasaları kendilerine göre değiştirmeyeceklerinin garantisini yoktur! Hükümetteki UBP-DP koalisyonunun her konuda olduğu gibi doğanın korunmasına konusunda da yasa tanımadığı şimdilerde yaşadığımız bir sorundur. Hatta gelecekte yasalara daha saygılı partiler hükümete geldiğinde de bu durum değişmeyecektir. Çünkü sorun eğer yasaya aykırılıksa, sermayeyle iş birliğiyle yasalar kılıfına uydurulur ve doğanın talanı “yasalara uygun” şekilde başlar. Ancak, eğer sorun doğanın talan ediliyor oluşuysa; hiçbir yasa ve tüzüğe bakmaksızın buna karşı çıkacak yapılanmalara ihtiyaç vardır.

Bir diğer eksiklik ise, parça parça mücadele edilmesidir. Sermaye, karşı çıkılacak ortak bir kesen olmasına rağmen çevre örgütleri, sınıfsal temelden bakmaksızın hareket ediyor. Sendikalar destek atışı yapmaktan öteye gidemiyor, siyasi partiler ise oy hesabı güderek boy göstermek haricinde bir varlık gösteremiyor. Tüm bunları sermayenin talanına karşı harmanlayıp bir araya getirecek devrimci yapılar olmasına rağmen; her alanda olduğu gibi çevre ve ekoloji alanında da, toplumsal muhalefete önderlik edecek ekososyalist fikirler henüz bu topraklarda yayılmamıştır.

Sınıfsal temelden hareket etmek, “terbiye” sınırları içerisinde, romantik bir havada oluşan doğa sevgisini radikalleştirecek, şehir merkezlerinden en ücra köylere kadar dayanan çevre ve ekoloji mücadelesini birbirine bağlayacaktır… Ayrıca, 1974 sonrası bilinçli olarak toprağa dayalı üretimden koparılmamız doğal yaşamdan kopuşu başlatmıştır. Buna rağmen halen ülkemizde topraktan geçinen göçmenler ile birlikte doğa talanına karşı çıkmalıyız.

ÇevrEkoloji mücadelesi barış mücadelesine de katkı sağlayabilir. Doğanın kuzey güney gibi bir ayrımı yok. Ancak sermayeye hizmet eden neoliberal anlayışın da yön duygusu olduğu söylenemez. Kıbrıs’ın kuzeyinde veya güneyinde yaşanacak ekolojik talan ada, halklarının tümünü etkiler. Bu nedenle bu mücadeleleri halkların kardeşleşmesi açısından “fırsata” çevirip, dayanışma içerisinde sürdürmek, barışın halkların ellerinde olduğunu kanıtlayacaktır. Doğanın talan edilmesi, ticarileştirilip sermayenin eline verilmesinin yanında, yanı başımızda Akkuyu’da kurulan nükleer tesis geleceğimizi tehdit ediyor. Zaten tüm bunların ardından karşımızda bulacağımız kentsel daha doğrusu rantsal dönüşüm yalanıyla kaybetme tehdidi yaşayacağımız tarihi dokumuza ve bir karış toprak parçasına hasret kalmak istemiyorsak, her yandaki neoliberal saldırıya karşı hep birlikte ayağa kalkmalıyız.