Kapitalizm Krizde Değil, Tıkır Tıkır İşliyor! – Celal Özkızan

Argasdi dergisinin “Kimin Krizi Kimin Fırsatı?” dosya konulu 52. sayısından bir yazı… Derginin tamamını Baraka Kültür Merkezi ve Lefkoşa, Mağusa, Omorfo Khora Kitap Cafe’lerden edinebilirsiniz…

argasdi image

Bir gün, New York sokaklarında Marksist bir ekonomist ile liberal bir ekonomist birlikte yürümektedirler. Duvar diplerinde çok sayıda evsiz kişinin yaşamakta olduğunu gören liberal ekonomist, Marksist arkadaşına kederle dönüp “sistem işlemiyor” der. Marksist ekonomist ise, acı bir tebessümle liberal arkadaşının elini tutup şöyle der: “Gördüğün gibi sistem tıkır tıkır işliyor.”

***

Kapitalizmin emekçiler ve doğa üzerindeki yıkıcılığına ilişkin binlerce yazı yazılabilir. Ancak bu yazıda, kapitalizmin işleyişinin bu türden yıkıcı sonuçları tamamen gözardı edilip, bu işleyişin bizzat kendisine odaklanacağız. Çünkü kapitalizm, bu türden yıkıcı sonuçları tamamen unutsak bile, sorunlu bir sistemdir, kendi kendini yiyip bitirir ve kendi var olma koşullarını hayatta tutmakta çok zorlanır.

Dünya Bankası’nın resmi verilerine göre, neoliberalizm öncesi dönemde (1961-1973) dünyadaki toplam ekonomik büyüme hızı %5.5 idi. 1980’lerden beri dünyadaki pek çok toplumu ele geçiren ve kapitalistlerin hakimiyetini çok daha sağlam hale getiren neoliberal dönüşüm gerçekleştikten sonra ise (1980-2017) dünyadaki ekonominin ortalama büyüme oranı %2.87’de kaldı. Yani sistem, her şey kapitalistlerden yanayken bile tökezlemekte.

Peki bu neden böyle?

Kapitalizm de dahil olmak üzere her toplumsal biçim, doğal ve beşeri kaynakların ve sosyal ilişkilerin belirli bir türden bir organizasyonuna dayanır. Kapitalizmde bütün bu kaynaklar ve ilişkiler, kâr yapmanın ve metalaşmanın (yani işgücü biçimindeki insanlar da dahil olmak üzere var olan her şeyin alınıp satılabilir birer ürüne dönüşmesinin) merkezi rol oynadığı piyasa ilişkilerinin içine çekilir.

Kapitalizmde doğal ve toplumsal kaynakların nasıl bir üretim (ve bununla ilişkili olarak ticaret ve finans) çerçevesinde kullanılacağı, bu kaynaklara sahip olan kapitalistlerin insafına kalmış durumdadır. Kapitalistlerin kendileri de, “kapitalist” olarak kalmayı sürdürebilmek için kârlarını maksimuma çıkarmak ve maliyetlerini en aza düşürmek durumundadırlar. Bu ise kıyasıya bir rekabet yoluyla gerçekleşir ve bu rekabetin sonucunda bahsi geçen kaynaklar, çok daha az elin hakimiyetinde toplanır. Oxfam’ın verilerine göre dünyada sadece 8 kişi, dünyanın yarısının toplamının sahip olduğu servete sahipken, en zengin %1’lik kesim, dünyadaki nüfusun %82’sinin servetine sahiptir.

Bir sektörde rekabet edip öne fırlayabilmenin (ya da öndeyseniz orda kalabilmenin) yolu, işgücü maliyetlerini düşürmektir. Rekabette öne fırlamanın bir diğer yolu ise teknolojik atılımlardır; ancak bir şirket tarafından entegre edilen teknolojik donanım, kısa sürede diğer şirketler tarafından da sahiplenildiğinden, bu kalıcı bir çözüm değildir. Örneğin daktilodan bilgisayara geçmiş ilk şirketler, kısa süreliğine bundan rekabet avantajları elde etmişti; ancak bilgisayarlar kısa sürede bütün şirketleri donatmaya başladı. Yani kalıcı tek çözüm, işgücü maliyetlerini düşürmektir.

Çelişki ise tam da burdadır.

İşgücü maliyetlerini düşürmenin ve verimli çalışmayı arttırmanın tek yolu, işgücünü teknolojiyle buluşturmaktır. Teknolojinin yerleşmesi ise, işgücüne olan ihtiyacı azaltır. Örneğin banka işlemleri için veznedarların değil atm’lerin kullanılması…

Bu ise üç sonuç doğurur:

1 – Şirketler rekabette geriye düşmemek için teknolojik donanımdan ve otomasyondan faydalanmak zorundadır. Yeni bir teknolojik atılım kısa süreliğine ekonomik büyümeyi tetikler; ancak bir sonraki teknolojik sıçrayışa kadar, şirketlerarası rekabeti sürdürmenin tek yolu işgücü maliyetlerini azaltmaktır. Ancak her teknolojik sıçrayışta işgücüne ihtiyaç daha da azaldığından kârlar düşmeye başlar. Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında kârlılık oranı 1950’den 1970’e kadar ortalama olarak %30’larda seyrederken, 1980’lerden günümüze %20’lere düşmüştür.

2 – Kâr oranlarındaki bu düşüş, sermaye sahiplerinin ellerindeki kârları finansal sektörlere aktarmalarına yol açar. Bu, kısa vadede mantıklı bir stratejidir, zira finansal sektörde muazzam gelirler elde edilebilir. Örneğin Apple firması önceleri yaptığı teknolojik yatırımlarla kendi sektöründe ciddi ekonomik büyümeleri tetiklemişti. Ancak Apple’ın sahipleri, bir süredir, elde ettikleri kârları teknolojik yatırımlar için kullanmak yerine, Apple şirketinin hisse senetlerini dönüp satın almak için kullanıyor ki şirketin hisseleri borsada değerlensin. Ancak finansal sektör, kâr elde edilen üretken bir sektör değil, aksine, zaten halihazırda yaratılmış kârların (ve zenginliğin) el değiştirdiği bir sektördür. Yaratılmış olan zenginlik üretken ve kârlı sektörlere aktarılmadığı için de ekonomik büyüme hızı yavaşlar, durgunluk başlar, istihdam olanakları azalır ve genel anlamda kârlılığın oranı düşer.

3 – Durgunluk ise talebi azaltır, alımgücünü düşürür, işsizliği arttırır. Böylece kapitalist firmalar, ürünlerini ve hizmetlerini satmakta daha da zorlanırlar, daha küçük işletmeler iflas eder, kaynaklar bu sefer daha da küçük bir azınlığın elinde toplanır, ancak bu daha da küçük azınlık, sözünü ettiğimiz bu döngü sebebiyle, aynı sıkıntıları tekrar tekrar yaşar.

***

Kapitalizmin yıkılması politik bir mücadeledir, kriz ise kaptalizmin doğasıdır. “Kapitalizm krize girip yıkılacak” diye düşünenler ve sistem içinde atılan her adımı burun kıvırıp küçümseyerek “devrim”i bekleyenler kapitalizmin zaten bir “kriz sistemi” olduğunu, yani krizin aslında kapitalizmin işleyişinin bir parçası olduğunu, “bir gün gelecek” ya da “arada bir gelen” bir şey olmadığını görmelidirler. Mücadele şu andadır ve her yerdedir; çünkü kapitalizm, şu andadır ve her yerdedir.

Celal Özkızan