8+8+8 = Hâlâ 24’ten Fazla Ediyor – Mustafa Batak

indirArgasdi’nin 61. sayısında işlediğimiz “Tembellik” konusu ve iş yaşamını tarihsel bir arka planla konu alan makalemiz aktivistimiz Mustafa Batak’ın kaleminden sizlere ulaşıyor…

Tüm dünyada olduğu gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde de çalışma hayatında ciddi sorunlar yaşanmakta. Günümüzde “kurumsallaşan” sömürü düzeni ile işleyişi elinde tutan neoliberal kapitalizm emekçilere, gün, saat, mekân ayırmaksızın her an çalışıyor olma hali dayatıyor. Türlü hilelerle çalışanların önüne güvencesizlik konuyor. Taşeronlaşma modeli ile bu durum perçinleniyor. Güvencesiz ve sendikasız çalışan emekçilere itiraz hakkı tanınmıyor. İtiraz edene de dışarıda oluşturulan işsizler ordusu gösterilerek “sus otur” deniyor. Özellikle özel sektörde öne çıkan bu sorunlar adeta 1800’lü yılların Avrupa’sında yer alan çalışma hayatını anımsatıyor.
1800’lü yıllar derken…
Bugünkü anlamıyla çalışma hayatının ortaya çıkışı, emekçilerin; sendika, güvence, ihtiyat sandığı gibi taleplerinin yanında, çalışma saatleri ve maaşlara koyduğu itiraz sayesinde elde edilen kazanımlara dayanmaktadır. Bu noktada tarihsel arka plana baktığımızda sadece çalışanların değil, insanlığın da daha ileri gitmesi adına köklü değişimler yaşandığını görüyoruz. 18. yüzyılda çalışma yaşamını doğrudan etkileyen Sanayi Devrimi gerçekleşti ve makineye dayalı seri üretim modeline geçildi. Emek gücüne dayalı üretim modelinin değişmesi, ekonomik büyümelere yol açtı. Fransız İhtilali ile de siyasal yapı değişti ve Monarşi bundan etkilendi.
Gerek siyasal, gerekse ekonomik yapıda meydana gelen bu köklü değişim, ister istemez bu iki yapıyla yakın ilişki içinde olan emekçilerin hayatında da etkili oldu. Gelinen bu noktada emekçiler, kendi ihtiyacı için üretmek yerine, oluşturulan pazara üretir oldu ve patronların satıp kazanç elde edeceği yeni bir anlayışa geçildi. Bu süreçte egemen anlayışın yerleştirdiği yeni aktörler sayesinde, roller yeniden dağıtıldı: Bir yanda üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan ayrıcalıklı bir sınıf oluşurken diğer yanda emeğinin haricinde satacak hiçbir şeyi olmayan kesimler bir sınıfta toplandı. Bu durum işçi sınıfının doğuşunun habercisiydi. Her ne kadar kulağa hoş gelse de, işçi sınıfının doğuşu oldukça sancılıydı. Emekçiler varoşlara hapsolmuştu. Fabrikalarda ağır koşullarda çalışıyor, uzun çalışma saatleri ile düşük ücretlere muhtaç bırakılıyordu. Kadın ve çocuk emeği yoğun şekilde kullanılıyordu. Karl Marx bu durumu Kapital’de şöyle ifade etti:
“Sanayi devrimi ve modern üretime geçilmesiyle birlikte “ahlakın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı.”
Yıkıldı çünkü emekçiler gün ışığı esasına göre çalışıyor, haliyle çalışma saatleri 16-18 saat arası değişiyordu. Karanlıkta paydos edip, günün ilk ışığıyla birlikte işine devam ediyordu. Karnını doyuracak kadar maaş alıyor, gün ışığı görmeden günlerini geçiriyordu. Bu koşullar içerisinde erken yaşta hastalıklar baş gösteriyor, çoğu çalışan 40 yaşına gelmeden ölüyordu.


Böyle geldi böyle gitmez
Yalnızca ertesi gün yeniden başlayacak sömürü için dinlenebilme aralığı tanıyan bu anlayışa dur demek için emekçiler bir araya geldi. İlk olarak kendi ihtiyat sandıklarını oluşturup, buradan hem geleceğe dair bir güvence sağlamak, hem de hastalanan, bakıma muhtaç çalışanlara destek verilmesi planlanıyordu. Önceleri küçük gruplar halinde toplanarak dayanışan işçiler, daha sonra sokaklarda boy göstermeye başladı. 19.yy’ın ikinci yarısına gelindiğindeyse büyüyen direnişler, siyasal bir içerik ve uluslararası boyut kazanacaktı. Özellikle çalışma saatlerinin azaltılmasına ilişkin yükselen talepler için Fransa, Almanya, İngiltere gibi büyük sanayilerin yer aldığı ülkelerde grevler örgütlendi. Mücadelenin artarak devam ettiği bu süreç Avrupa’yla birlikte Amerika’da da yer aldı. Artık tüm sendikalar bildirilerinde, afişlerinde, eylem ve toplantılarında emekçilerin temel sloganı haline gelen; “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat canımız ne isterse!” şiarını yükseltiyordu. Büyük mücadeleler, ödenen ağır bedeller ve yaşanan ölümler neticesinde kazanımlar gelmeye başlamıştı. İş gününün 14-16 saat olduğu işkollarında bu süre 12’ye, 10 saat çalışan yerlerde ise 9 saate ve peşinden 8 saate düşmüştü. Artık özlük hakları, toplu iş sözleşmeleri gibi kazanımlar ile çalışanlar güvenceliydi. Bugün bir emekçi, gününün bir kısmını gönlünce tembellik yaparak geçirebiliyorsa, bunu, geçmişteki örgütlü mücadelelere borçludur.

Neoliberal dönemde bitmeyen mesailer

Kapitalizmin neoliberal döneminden geçiyoruz. Çalışma yaşamı içerisinde bedel ödenerek elde edilen bu büyük kazanımlar bugün birer birer budanıyor. Kamu emekçilerine sosyal güvencesizlik ve özelleştirmeler dayatılırken, özel sektörde esnek çalışma saatleri ile çıkılan iş ilanları, teknolojik “imkânlarla” her an işe hazır olma hali dayatılıyor. Yerleşen taşeronlaşma ile artık; işi üstlenen firmalar ve onun aynı işi devrettiği alt firmalar, o alt firmaların o işleri bölümlere ayırıp paylaştırdığı diğer firmalar ve diğer firmaların devrettiği öteki firmalar var. Bu durum kişinin sözde “kendi işinin patronu” olmasını sağlarken, “resmi” olarak güvencesizlik halinin önünü açıyor ve mesai mevhumu olmaksızın çalışmasına neden oluyor.

Bütün kavga “tembellik” için…
Geri dönüp baktığımızda kapitalizmin tarihini, işçi sınıfı mücadelelerinin tarihi olarak da okuyabiliriz. Buna neden olan unsurlardan bir tanesi de boş zaman kavgasıdır. Dünyada bugün tembellik hakkı tartışmalarının gölgesinde nitelikli boş zamanın insan hayatına hatta iş performansına sağladığı katkı tartışılıyor. Hatta kapitalist ilişkiler içerisinde olmakla birlikte, birçok ülke iş verimini artırmak için iş saatlerini azaltma yoluna gitti. Deneme amaçlı başlayan bu süreç İsveç’te olumlu sonuç verdi ve işin gidişatında gerileme gözlemlenmedi. Bilakis birçok iş kolunda ilerlemelere de neden olan bu denemede çalışanların motivasyonunun arttığı ortaya çıktı. Yani mücadele edilerek ve koşullar zorlanarak kapitalizm içinde dahi emekçilere daha fazla boş zaman sağlanması olasıdır. Ve bu zaman dilimi de emekçilerin kültür, sanat ve bilimle nitelikli gelişimi için kullanıldığında, artık kazanılamayacak mücadele yoktur.

Hele bizimki gibi işsizliğin ve beyin göçünün fazla olduğu, üstüne üstlük Akdeniz kültüründe bir ülkede, gasp edilmeye çalışılan 8-8-8 hakkımızdan da ötesini istemeli, daha fazla “tembelliği” emek mücadelesinin gündemine sokmalıyız.