Doğa İnsansız da Yaşar Ama İnsan Doğa Olmadan Yaşayamaz – Nazen Şansal

Yaz aylarındaki yangınlardan sonra, doğanın halini en iyi anlatan ifadeler şunlardı: “Elimizde hastalıkla tükenmiş bir bedenin iskeletine benzer bir şey var; bereketli yumuşak toprak tamamen yok olmuş ve yeryüzüne yalnızca deri ve kemik kalmış. Dağlar bugün de izlerini görebileceğimiz geniş ağaçlarla doluydu. Toprak; … suyun aşağıdaki vadilere akmasını ve dört bir yanda nehirler ve kaynaklar oluşturmasını sağlayan yağışlardan nasipleniyordu.”

Bu satırların yazarının günümüzde yaşayan bir çevreci olduğunu düşündüyseniz çok yanıldınız. MÖ. 400’lü yıllara ve Platon’a ait!

Ekoloji sorunlarının, bugünkünden farklı içerik ve derecede olmakla birlikte binlerce yıl önce de var olduğunu anlatmak için size bu küçük şaşırtmacayı yaptım.

Bir de günümüzden bir alıntı yapalım… Dünyanın en meşhur iklim bilimcisi James Hansen’e göre: “Dünya gezegeni, canlılar, uygarlığın geliştiği dünya, bildiğimiz iklim çizgilerine ve sabit kıyı şeritlerine sahip dünya, yakın tehlike altındadır… Ürkütücü sonuç, fosil yakıtların kullanılmaya devam edilmesi halinde, yalnızca gezegendeki diğer milyonlarca türün değil bizzat insanlığın da hayatının tehlikeye gireceğidir. Ve zaman çizelgesi düşündüğümüzden daha kısadır.”

Peki neredeyse neolitik çağa kadar uzanan çevre sorunları, ne oldu da günümüzde insanlık için bir ölüm-kalım meselesine dönüştü?

Geçmişten günümüze doğa ile ilişkimiz

İnsan başlangıçta doğa karşısında güçsüzdü ve ona bağlıydı. Fakat zamanla bu ilişki, insanın çevreyi denetlemesi ve hatta çevre üzerinde egemen olması yolunda değişti. Eski çağlarda bilimin amacı doğanın düzenini anlamak ve onunla uyum içinde yaşamaktı. Dünyanın yaşayan bir organizma ve besleyen bir ana şeklinde düşünülmesi, insanların eylemleri üzerinde dizginleyici bir unsurdu. Rekabetin ortaya çıkması ve kapitalizmin gelişmesi ile doğayı koruyacak etik sınır da ortadan kalktı. Kentleşme ve teknolojideki ilerlemeler, insanın doğayı daha fazla işlemesine vesile oldu. Tek tanrılı dinler de insanın doğanın efendisi olduğu fikrini besledi. Sanayi devrimi ve kitlesel üretime geçilmesi ise dönüm noktası oldu.

İnsan faaliyetleri ile çevreye verilen zararlar, doğanın kendini yenileyebilme yeteneği (taşıma kapasitesi) sayesinde başlangıçta fark edilmedi. Ancak zamanla, çevreye bırakılan kirlilik nicel ve nitel olarak arttı ve insan sağlığını tehdit eder noktaya geldi. Buna, 1952 yılında Londra’da meydana gelen ve 4000 kişinin ölümüne yol açan hava kirliliği örnek verilebilir. Çevre felaketlerinin çoğalması nedeniyle, 1960’lı yıllar, duyarlılığın başladığı ve yoğunlaştığı zaman dilimleri oldu. Çöllerin yayılması, ormanların yok olması, toprak erozyonu, asit yağmuru ve kentlerde hava kirliliği gibi kaygılar, 1970’lerden itibaren uluslararası gündeme girdi ama sorunlar bitmedi. 1980’lere gelindiğinde, insan faaliyetlerinin gezegen çapında bir bozulmaya yol açtığı açıkça görülmüştü. Üstelik öncekilere ek olarak bu sefer, ozon deliği, küresel ısınma, biyoçeşitliliğin azalması gibi tüm insanlık için hayati sorunlar da ortaya çıkmıştı.

“Kriz” neden şimdi?

Bazı düşünürlere göre günümüzde, gezegenimizin en büyük sorunu nüfusun çok fazla olması ve sürekli artmasıdır! Nüfusun arttığı doğru olmakla birlikte çevre-ekoloji sorunlarını açıklamak için sadece nüfusu öne sürmek yanlıştır, Malthusçuluktur. Nüfusun, halkın kullandığı geçim araçlarından daha hızlı geliştiğini ve yoksulluğunun, sömürü nedeniyle değil, nüfusun hızlı artmasından dolayı meydana geldiğini iddia eden İngiliz ekonomist Malthus’un (1766-1834) görüşleri Marksizim ve tarih tarafından yanıtlanmış, yanlışlanmıştır. Sorun, nüfus sorunu değil küresel adalet sorunudur.

Bazı mistik ekolojistler ise günümüzdeki teknolojinin doğaya daha fazla ve daha hızlı zarar vermesini sebep göstermektedir. Oysa teknoloji, kimin elinde ve kimin hizmetinde olduğuna göre doğa ve insanlık için yapıcı veya yıkıcı olabilir.

Bugün doğayı sömürüp “hastalıkla tükenmiş bir bedenin iskeletine” benzeten şey; büyümede sınır tanımayan, kâr odaklı bir iktisadi sistemde yaşamamızdır.

Yeşil kapitalizm imkânsızdır

Kapitalizm, kendi genişlemesinde hiçbir sınır tanımaz; ne bir bütün olarak ekonomide, ne zenginler tarafından istenen kârda, ne de şirketlerin daha fazla kâr elde etmesi için insanları yönlendirildiği sürekli artan tüketimde… Büyüme geçici bir süre için bile durursa sistem krize girer. Dolayısıyla kapitalizmde çevre ve doğa, insanların diğer türlerle birlikte yaşamak zorunda olduğu, belli sınırları olan bir yer değil, iktisadi genişleme sürecinde sömürülmesi gereken bir yerdir. Bu sebeptendir ki; şirketler ve onların yandaşı hükümetler, petrol, gaz ve başka madenler gibi doğal kaynaklara erişimi ve denetimi sağlamaya çalışırlar, bunun için savaşlar çıkarırlar. Ancak doğası gereği büyümek ve genişlemek zorunda olan bir sistem, sonunda kısıtlı doğal kaynaklar gerçekliğiyle yüzleşecektir. Yeryüzü, yüzlerce yıldır hayatın yeniden üretilmesi için çalışan bir ekosistemdir. Bugün ise kapitalizmin sosyo-ekonomik sistemi öyle bir boyuta ulaşmıştır ki temel gezegensel sınırları zorlamakta, karbon döngüsü, ormanlar, okyanuslar, kısacası yeryüzündeki tüm ekosistemler gözle görünür bir düşüş yaşamaktadır. Mevcut sistemin doğasında işleri yoluna koyabilecek bir nitelik yoktur, bunun için toplumun dibinden başka güçlere ihtiyaç vardır.

İklimi değil sistemi değiştir!

2020’ye Avustralya’daki orman yangınları ile girmiştik, 2021’de Pandemi’nin vurduğu darbeye bir de Türkiye, Yunanistan ve Avrupa’nın bazı bölgeleri ile Kuzey Amerika’da yaşanan yangınlar eklendi. Ülkemizde de canımız, ciğerlerimiz yandı ama hâlâ daha bir yangın helikopteri alınmadı.

2021 Ağustos ayında Birleşmiş Milletlere bağlı bilim insanları “İnsanlık için kırmızı alarm” olarak nitelendirilen bir rapor yayımladı. Rapora göre, gazların atmosfere salımının devam etmesi sonucu 10 yıldan biraz fazla bir süre içinde önemli bir sıcaklık sınırı aşılabilir, ayrıca, bu yüzyıl sonunda deniz seviyeleri 2 metreye kadar yükselebilir. Bu yeni rapor aynı zamanda bugüne kadar deneyimlediğimiz ısınmanın, yüzyıllardan bin yıllara kadar sürecek bir zaman diliminde geri dönüşü olmayacak şekilde gezegenimizde değişiklikler yaptığını da ortaya koyuyor. Okyanuslar ısınmaya devam edecek ve daha asidik hale gelecek. Dağ ve kutup buzulları on yıllar veya yüzyıllar boyunca erimeye devam edecek.

Dünyadaki hemen hemen her devlet, 2015 Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerine uymayı kabul etti ancak bu gibi anlaşmalar tıpkı Kyoto Protokolü gibi işlevsiz kalıyor ve yeni karbon piyasaları yaratmaktan öteye gidemiyor. Çünkü sorunu yaratanlar, iklimi değiştirmek için ufak tefek pansumanlar yapsa da sistemi değiştirmeye yanaşmıyor.

“Doğa insanın organik olmayan bedenidir” diyordu Marx. Şimdi, çolak veya kötürüm kalmamak için bedenimize sahip çıkmanın tam zamanı.

 

Not: Argasdi sayı 48 (ÇevrEkoloji dosyası) sayfa 6’da yer alan “Kızıl-Yeşil Bir Perspektif: Ekososyalizm” başlıklı makale, bu yazının tamamlayıcısı olarak okunabilir.