HAPİSLERDE BİR NAZIM – Ali Şahin

Modern Türkiye tarihine dair tartışmalarda siyasal mücadelenin esas olarak  “Kemalist bürokrat elitler ile dindar halk arasında olduğu” anlayışı, özellikle 12 Eylül sonrasında yaygınlaşmış olsa da her ülkede olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi de merkezinde sınıf mücadelelerinin yer aldığı bir içeriğe sahiptir. Siyasal ifadesini maddi gerçekliği kadar bulamamış olması bu gerçeği değiştirmez.  Hatta emekçilerin maddi gerçekliğe uygun ve siyasal yaşamda görünen güçlü bir cevap  üretememesi bile yaşanan sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Ve Sovyetler gibi bir örneğin yanı başında yaşanan bu sınıf mücadeleleri, Türkiye’nin siyasal hayatını da şaşırtıcı olmayan  bir biçimde belirlemiştir. Türkiye’nin kuruluşu tarihsel anlamda çok önemli bir ileri adım olsa da, Osmanlı’dan gelenlerle, yeni yeni oluşan ayrıcalıklı kesimler  birleşerek çiçeği burnunda cumhuriyeti hız kesmeden anti-komünizm ile şekillendirmeye başladılar. Henüz  cumhuriyet kurulmamışken dahi siyasal rakipleri olan komünistleri ezmeye girişen egemenler, milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçen Türkiye Komünist Fırkası (TKF/TKP) lideri Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’in sularında kalleşçe katlettiler. Mücadeleye, daha ilk andan kan bulaştıran bu katliam, devrimcilere yönelik günümüze kadar devam eden baskı, hapis ve şiddet sarmalının da habercisi oldu. Komünist şair Nazım Hikmet’in  Türkiye’de yaşayabildiği yılları da büyük oranda egemenlerin uyguladığı bu anti-komünist  politikalarca şekillendi.

Marksist fikirlerle, milli mücadeleye katılmak için geldiği Anadolu’da karşılaştığı sosyalistler vasıtasıyla tanışan Nazım, 1922’de Moskova’ya gitti ve burada TKP üyesi oldu. SSCB’de eğitim de alan Nazım Hikmet, partisinin faaliyetlerine katılmak için 1924’te yurduna döndü fakat çok kısa kalabildi. 1925 Mart’ında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu, partinin yayınlarında yazıları ve şiirleri yayınlanan Nazım’ın da başının derde girmesi demekti. Kanun, Kürtlerin Şeyh Said önderliğinde başlattığı dini isyan üzerinden yasallaşmış ve gericiliğe karşı mücadeleye dayandırılmış olsa da, işin ucu tüm muhaliflere uzandı. Dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun yönetimindeki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF/CHP) ilk yıllarıydı ve CHP bu süreci, henüz çok kırılgan olan iktidarını sağlamlaştıracak bir şekilde ele aldı. CHP’nin tüm rakipleri yasal anlamda ekarte edildi. Siyasal etkisi dönemin diğer örgütlerine göre sınırlı olsa da çok sayıda komünist parti üyesi de aranır duruma düştü. Nazım Hikmet de bunlardan biriydi ve bu dönemi gizlilik koşullarında geçirerek kaçak yollardan Moskova’ya gitti. Çünkü Takrir-i Sükun’a dayandırılarak gıyabında yargılandığı İstiklal Mahkemesi’nde 15 yıl kürek mahkumiyetine çarptırılmıştı. Yakalanmamış olsa da bu aldığı ilk cezaydı.

1926 yaşan kanun değişikliği ile cezası bir yıla düşen Nazım Hikmet, 1929 yılında Takrir-i Sükun Kanunu’nun yürürlükten kalkmasının ardından yurduna dönmek için Türkiye Elçiliği’ne başvursa da olumlu cevap alamaz. Bunun üzerine başkasına ait bir pasaportla Türkiye’ye girer fakat Hopa’da yakalanır. Üzerinde bulunan not defterinde, “Heraklit’i Düşünürken” ifadesi olan bir yazı vardır. Bu ifade “her ekalliyeti düşünürken” yani “her azınlıklıkları düşünürken” şeklinde yorumlanır ve Rize’de “ekalliyetleri kışkırtma” suçundan yargılanır. Bu davada aklanır fakat pasaportsuz seyahatten üç gün tutuklu kalır. Başka suçlardan da cezası olduğu bildirilerek jandarma eşliğinde İstanbul’a gönderilir ve kısa İstanbul tutukluluğunun ardından Ankara’ya gönderilir. Buradaki yargılamada eski yazılarına dair mahkumiyet kararı kaldırılır ancak pasaportsuz seyahatten aldığı ceza üç aya çıkartılır. Fakat hali hazırda üç aydan fazladır tutuklu olduğu için  serbest kalır.

Serbest kaldıktan sonra TKP’nin eski yöneticilerinden ve CHP’ye yaklaşan kimi isimler ona da partiden ayrılma teklifinde bulunsa da Nazım Hikmet bu teklifleri geri çevirir. Çeşitli dergilerde şiirler, oyunlar ve yazılar yayımlar. İsmi git gide daha da yayılır. Bu süreçte, illegal faaliyet yürüten TKP içinde de öne çıkan bir isim olan Hikmet, Komintern’in, Türkiye ile ilişkileri düşünerek komünistlerin Kemalizme sert muhalefet yapmama emrine karşı geldi ve bu sebeple TKP’den atıldı. Zaten parti de bir müddet sonra yine Komintern’in faşizme karşı ortak cephe oluşturma kararıyla faaliyetlerini sonlandırıp, kadrolarını CHP’ye yaklaştıracaktı.

Nazım Hikmet, partiden atılma sonrası dönemde  çalışmalarına ağırlık verdi. TKP ile ilişkisi kopsa da çalışmalarında toplumcu bir çizgiden sapmadı. Şeyh Bedreddin Destanı başlıklı şiir kitabı ve Alman ve İtalyan faşizmleriyle ilgili çalışma ve çevirileri o dönem geniş yankı uyandırdı. Öte yandan Nazım Hikmet çalışmalarına yoğunlaşmak için uğraşsa da, egemenler de onunla uğraşmaktan geri durmuyordu. Hikmet, 1931-37 yılları arasında çeşitli konularla ilgili olarak defalarca mahkeme önüne çıktı. Kısa süreli hapis yattığı veya para cezasına çarptırıldığı olsa da bu dönemki davaların çoğundan beraat etti. Ancak esas suçlamalar 1938 yılında olacaktı.

Kumpas Davalar

Nazım Hikmet, ailesiyle birlikte geçimini sağlamak için bir film stüdyosunda senarist olarak işe başlamıştır.  Bu dönemde kendisine hayran bir Harp Okulu öğrencisi onu ziyarete gelir. Nazım bu öğrencinin polis tarafından yollandığını düşünür ve genci başından savar.  Hatta sonradan pişman olacağı bir şekilde polisi arayarak yanına adam sokmamalarını söyler. Fakat Ömer Deniz isimli gencin polisle alakası yoktur ve bu genç dört ay sonra şairle görüşmek için yine bir girişimde bulunur. Daha da sinirlenen Nazım Hikmet Harp Okulu öğrencisini azarlayarak gönderir.  Bir süre sonra polisler Nazım Hikmet’i alıp götürürler. Çünkü bahse konu genç ve arkadaşları ırkçı Turancı öğrencilerin ihbarı üzerine bazı sol kitaplar ve Nazım Hikmet’in bir kaç eserini bulundurmaktan gözaltına alınmıştır. Tüm bunlardan habersiz olan Hikmet,  sonradan öğreneceği bir şekilde, orduda isyan çıkartmaya çalışmakla suçlanmaktadır. İddianameyi şaşkınlıkla karşılayan Nazım Hikmet suçsuz olduğunu söylese de çabası nafiledir. Yalan suçlamaların esas sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Nazi Almanya’sı ile olan yakınlaşmasıdır. Dönemin liderliği hem ideolojik hem de politik anlamda Nazilerle 1943 yılına kadar sürecek bir yakınlaşma içindedir. Turancı fikirler de bu yakınlığın bir ürünü olarak toplum içinde yayılmaktaydı. Hikmet ise “Alman Irkçılığı ve Faşizmi” çevirisi ve “Taranta Babu’ya Mektuplar”la faşizme karşı bir duruşu  savunuyordu. Amaç hem Nazım’ı susturmak hem de onun görüşlerine olan sempatiyi engellemekti. Harp okulunda yaşananlara benzer bir durum, bir süre sonra donanmada yaşandı. Yine Nazım Hikmet’e ait eserler ve sol kitaplar bulunmuş ve Nazım Hikmet’le birlikte Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir ve başka isimler de yine örgüt kurup isyan çıkartmaya çalışmakla suçlanacaktı. Davaların gerçeklikle alakası yoktu ama egemenlere göre Türkiye’de komünist olmanın bir bedeli vardı ve bu davalar sonucunda Nazım Hikmet 28 yıl 4 ay cezaya çarptırıldı. Şairin o süreçte Mustafa Kemal’e yazdığı ve “Başvurabileceğim büyük inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum.”  şeklinde biten ve Atatürk’e ulaşmayacak mektup, Nazım Hikmet’in uğradığı haksızlık karşısında yaşadığı çaresizliğin bir ifadesi olarak da okunabilir.

Nazım Hikmet, 31 Ağustos 1938’de Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir ile birlikte İstanbul Cezaevi’ne, 1940 yılında ise Çankırı Cezaevine hapsedilir. Hapislik koşullarına rağmen şiirlerine ve çalışmalarına devam eder. Çok sayıda şiiriyle birlikte Kuvayi Milliye destanını bu dönemde yazmaya başlar. Tosca operasının çevirisini yapar. Bir süre sonra sağlık sorunları sebebiyle Bursa Hapishanesi’ne gönderilir. Buradaki hücre arkadaşı ise Orhan Kemal’dir. Orhan Kemal ve ressam İbrahim Balaban ile çok sıkı dost olur. Hatta Orhan Kemal’i şiirden çok romana ve öyküye yönlendiren Nazım’dan başkası değildir. Ankara’da ayrılmak zorunda kaldığı Kemal Tahir ile mektuplaşmaları da sürer. Bursa’da “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Ferhad ile Şirin” gibi önemli eserlerini yazar ve Kuvayi Milliye destanını tamamlar. Yazdığı şiirleriyle “Sevdalınız Komünisttir” diye seslenir halkına. 2. Dünya Savaşı sırasında anti-faşist cephe politikasını benimseyen şair, TKP çizgisiyle yeniden yakınlaşır.

Özgürlük için Çabalar

Savaşta faşizmin bilhassa Sovyetlerce yenilmiş olması, Türkiye’de de görece bir özgürlük ortamı yaratır. Parti kurmanın serbest bırakılması ve seçimlerin yapılacağının duyurulmasıyla, Nazım Hikmet’in serbest kalması için çabalar da artar. Gazetelerde Nazım’ın  haksızlığa uğradığıyla ilgili yazılar çıkar. Nazım Hikmet suçsuz olduğuyla ilgili dilekçeler yazarak bazı girişimlerde bulunur. Çok sayıda aydın da topluca imzaladıkları dilekçeleri şairin serbest kalması için İsmet İnönü’ye gönderir. Yurt dışında ise Albert Camus, Jean Paul Sartre, Picasso gibi isimlerin desteklediği “Nazım Hikmet’i Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi” kurulur.  Uluslararası Barış Severler Komitesi, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu gibi yapılar Türkiye hükümetine telgraflar gönderir. Hükümetin kayıtsızlığının sürmesi üzerine 8 Nisan 1949’da Nazım Hikmet açlık grevine başlar. Grev basında ve aydınlar arasında geniş yer bulur. Milli Türk Talebe Birliği ve Hürriyet Gazetesi tüm desteğe rağmen Nazım’ın serbest bırakılmasına karşı çıkar.  Nazım Hikmet’in serbest kalması için toplantı düzenleyen Yüksek Tahsil Gençlik Derneği faşistlerin saldırısına uğrar. Tüm bu saldırılara rağmen ilerici gençler 4 Mayıs’ta “Nazım Hikmet” isimli bir dergi çıkarır, Nazım’ın annesi Celile hanım ise oğlunun özgürlüğü için açtığı bir imza defteri ile 9 Mayıs’ta açlık grevine başlar. Onu 10 Mayıs’ta Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat izler. Seçimler sonucu hükümet değişince dostları, sağlığı iyice bozulan Nazım Hikmet’in açlık grevini bırakmasını ister ve şair 19 Mayıs’ta açlık grevini bırakır. Ancak yaratılan kamuoyu etkili olmuştur. Yeni hükümetin çıkardığı af yasasıyla birlikte 15 Temmuz 1950’de Nazım’ın yıllar süren tutsaklığı son bulur.

Tutsaklık bitse de yurt hasreti yoldadır. Yükümlülüğü olmamasına rağmen Nazım Hikmet askere çağrılır. Öldürüleceğinden endişe duyan şair 17 Haziran 1951’de yurdundan ayrılmak zorunda kalır ve bir daha geri dönemez.

Bugünün AKP’sine benzer bir biçimde başlangıçta bir fark yaratacağı algısı yaratan Demokrat Parti iktidarının politikası da CHP’den farklı olmaz. Çalışmalarıyla dünyanın hayranlıkla baktığı mavi gözlü dev, yurduna hasret ve sürgün, eserleri ise 1968 yılına kadar yasaklı kalır.

 

Kaynak: Nazım Hikmet-yaşamı, şairliği, eserleri, sanatı-, Asım Bezirci, Evrensel Yayınları

 

Nâzım-Hikmet-ve-mahkûm-arkadaşları-Bursa-Cezaevi1946.