Kim sevmez tiyatroya gitmeyi! Hele ki bu satırları okuduğunuza, yani Argasdi dergisini aldığınıza veya yazılarımızı sosyal medyadan takip ettiğinize göre sanatsever bir kişi olmanız muhtemeldir. Ve yine muhtemeldir ki, yaşadıklarımızın mukadderat olduğunu söyleyip boyun eğen türden değil, direnmekten yana bir kişisiniz. O halde soyut bir direniş güzellemesi yapmak yerine, tiyatro ile nasıl direnebileceğimizi konuşalım sizinle. Adettendir, kısaca bakalım tiyatronun tarihine…
Homo ludens
Yunanca theatron (seyirlik yer) kelimesinden türetilen tiyatronun, Antik Yunan’daki Dionysos şenliklerinden doğduğu düşünülür. Bunun yanı sıra, çok daha eski dönemlerde mağara duvarlarına kazınmış resimlerde, çeşitli kılıklara girmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülür. İlkel insan, doğa ile olan mücadelesini, topluca düzenlediği yabanıl oyunlarla ve zamanla bunları geliştirerek ortaya çıkardığı ritüellerle ifade etmiş ve sanatsal anlatımı doğurmuştur. Homo ludens (oynayan insan), günlük konuları yansıtırken, bunları estetize etmiş, anlatımına büyü katmış ve izleyende heyecan uyandıracak şekle sokmuştur. En ilkel formundan en teknolojik haline değin tiyatro bu iki unsurun dengeli bir bileşenini arar durur: Öz ve biçim ya da bir başka deyişle konu ve üslup…
Tiyatro kendi yolunu arayadursun, yönetenler, tiyatronun toplum üzerindeki etkisini çoktan fark etmiş ve hem öze hem biçime dair baskıcı yollarını inşa etmişlerdir. Buna karşı direnen ve başka yollar arayanlar her daim olduysa da bilge bir sakallının dediği gibi; “egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir.” Ve bu, sanatta, tiyatroda da böyledir.
Halimize şükrettiren Aristoteles
Antik Yunan’daki yaygın tiyatro anlayışı (tragedya ve komedyalar) seyirciyi edilgen kılan ve kontrol altında tutan bir etkiye sahiptir. Kahramanla özdeşleşen seyirci, esas oğlan/esas kız ile birlikte bir duygu seli içerisinde serüveni yaşar, yükselir ve kahramanın -genelde otoriteyi, kanunları, toplumsal normları sorguladığı- trajik bir hatasıyla hızla düşüşe geçer. Neyse ki hatanın bedelini ödemesi gereken, oyuncu ile özdeşleşen seyirci değil, dönemin egemen normlarını eleştirme cüretini göstererek “erdem”siz davranan oyuncu/kahramandır. Krala ya da onun yasalarına karşı geldiği için felakete sürüklenen kahramanı gören seyirci, korku ve merhamet duyguları içerisinde bir “oh” der; “benim de başıma bunlar gelebilirdi” diye bir düşünceye veya sezgiye kapılıp haline şükreder. Ve böylece sorgulama ve değiştirme cesaretini asla gösteremediği düzen, egemenler lehine sürüp gider.
Aristotelesçi tiyatroya dayanan bu yöntem, farklı şekillerde de olsa hâlâ filmlerde, dizilerde hatta tiyatroda dahi kullanılmakta, bilerek veya bilmeyerek halimize şükrettirmektedir. Ama tek tiyatro anlayışı elbette bu değildir.
Ayna mı çekiç mi, postmodern bir hiçlik mi?
İki paylaşım savaşı arasındaki dönemde, işçi sınıfının durumunu ve siyasal gelişmeleri konu alarak insanların daha iyi yaşamasını savunan, seyircinin duygusundan çok aklına yönelen ve biçimsel olarak da dönemin ileri teknolojisini sahnede kullanarak değişim yaratan Alman yönetmen Erwin Piscator’dur. Onun “politik tiyatro”sunun açtığı yoldan ilerleyen Bertolt Brecht ise insanın ve dünyanın değişebilirliğini gösteren, bunun için halkı eğiten ve sınıflı toplumun uzlaşmaz çelişkilerine sahneden ayna tutan bir tiyatro anlayışını geliştirmiştir. Sadece ayna tutmakla da yetinmeyip; “sanat, dünyayı yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir” sözünde de ifade ettiği gibi, kaderciliği tümüyle bir yana bırakmayı ve tiyatro ile tarihin akışına müdahale etmeyi amaçlamıştır. Kurucusu olduğu epik ya da diğer adıyla diyalektik tiyatro, seyirciye yalnızca duygusal bir deneyim yaşatıp onu evine huzur ya da neşe içinde göndermeyi değil; sahnedeki kişileri ve olayları inceleyip, başka türlü nasıl olabileceğini düşünüp, aklını kullanarak yargılara varmasını sağlayan bir sistemdir.
Toplumcu gerçekçi bu anlayış, ideolojilerin bittiğini zanneden ve postmodern çağa uyarca olan bazı sanatçılara göre demode olsa da, bugün hâlâ filmlerde, dizilerde ve tiyatroda kullanılmakta ve halkın eğitilmesinde ve toplumsal direnişlerde önemli bir rol oynamaktadır.
İçinde bulunduğumuz postmodern çağda ise yaygın olan tiyatro, nihilizm, bunalım ya da umutsuzluk aşılayan veyahut seyircisini, beynini kullanmadan sadece güldüren, dünyamız ve ülkemiz yangın yeriyken suya sabuna dokunmayan kahkahalarla evine yollayan, belki biçimsel olarak deneysel ve estetik değeri yüksek ama içerik olarak anlamsız oyunlardan ibaret. Sol gösterip sağ vurmalar; genel geçer doğrularla oyalanıp, tarafMIŞ gibi yapıp seyircinin aklıyla dalga geçmeler; gizli milliyetçilik/cinsiyetçilik gibi yaygın toplumsal hastalıkları tedavi etmek yerine bulaştırmalar; sınıf bilincinden uzak, bilerek veya bilmeyerek egemen sınıfa hizmet etmeler… Yazının başında alıntıladığımız, bilge sakallının sözünü anımsayın!
Oysa Özdemir Nutku’nun belirttiği gibi; “Yirminci yüzyılda yaşamak, hiçbir yönden huzur verici değildir. Seyirci, içinde yaşadığı sorunların sahneden doğru bir biçimde aktarıldığını gördüğü anda, ayakta duracak direnci de elde eder. Tiyatronun seyircisine karşı sorumluluğu vardır. Tiyatro, güzeli abartmadan kötüyü örtbas etmeden, çirkini saklamadan ve iyiyi yadsımadan görevini yapmalıdır.”
Peki ya seyirci sorumluluğu
Tiyatronun seyircisine karşı sorumluluğu vardır da seyircinin hiç mi sorumluluğu yoktur? Payımıza düşen seyirci kalıp alkışlamak mıdır? Elbette hayır! Şayet içinde yaşadığımız sömürü düzenine; doğanın talanına; başların ayak ayakların baş olmasına; üretenin, bırakın yönetmeyi insanca yaşayacak hali kalmamasına; Aristotelesçi tiyatroda yüceltilen soylu “erdem”lerin değil, dayanışma, cesaret, hakkaniyet gibi insani erdemlerin yitip gitmesine itirazımız varsa tiyatromuzu da bu itiraza davet etmek, ortak etmek bizim sorumluluğumuzdur. Bunun için gazeteci, eleştirmen veya sanatçı olmamız da gerekmez. Sadece dünyaya, topluma ve sanata seyirci kalmayan seyirciler olalım çünkü tiyatro ile direnebilmek için bize direngen bir tiyatro gerek.
Recent Comments