Yaşamın Tekinsizliği Üzerine – Serap Kedi

Yüz yılı aşkın bir süre önce Sigmund Freud’un literatüre kazandırdığı tekinsiz kavramı Almanca bir kelime olan ‘heimlich’ yani evle ilgili, eve ait olan kelimesinden türeyen ‘unheimlich’ kelimesinden gelir. Tam da etimolojisinde olduğu gibi tekinsiz tekin olandan tekinsiz olana bir geçiş süreci gibi değerlendirilebilir. Tekinsizlik ise tanıdık olanın (ev), tekinsiz, yabancı hale gelmesi, bastırılmış olanın yüzeye çıkması, farklı biçimlerde kendini göstermesi demektir. Freud’un kendi tanımıyla tekinsiz dehşet verici bir ruh halidir. Dehşet verici ruh halini açıklarken sıklıkla karıştırılan korku ve anksiyete kavramlarına da açıklık getirmek ister. Korku her zaman bir nesneyi işaret eder, anksiyete kaygılı olma durumudur ve bizi tehlikeyi beklemeye iter. Oysa dehşet verici olan demek bizi hazırlıksız yakalayan tehlikeli durum olarak ele alınabilir ve bu durumlar her zaman sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan beklenmedik durumlardır. Savaş gibi, Pandemi gibi. Tekinsizlik kavramını farklı boyutlarda inceleyebiliriz ancak yazımın başında az da olsa bu kavramları açıklama ihtiyacım az sonra yaşamın içinden aktaracağım hikâyelerde tekinsizlik kavramını psikolojik açıdan daha net ve anlamlı bir kavram haline getirmek içindir.

Tekinsiz kavramıyla tanışmam iki yıl önce cezaevi stajı yapmaya başlamamla oldu. Olguya etik ihlal olmaması açısından yüzeysel olarak değineceğim. Söz konusu 18 yaş altı bir ergen. Kendisi çok iyi bilinen bir çocuk yurdunda kaldığı sırada bir anda beliren aile, çocuğu yanına almak ister ve çocuğun da onayıyla yurt çocuğun çıkışını verir. Hiç anne babasıyla yaşamamış olan bu çocuk, ergenlik döneminden sonra tanıştığı bu kişilerle yabancıdır aslında. Haliyle onlarla başlayan yeni yaşamına adapte olamaz ve evden kovulur. Tekrar kapısını çaldığı yurt ise ailenin ve kendisinin imzasıyla ayrılmış olma durumunu öne sürerek çocuğu geri kabul etmez. kktc’de başka da seçeneği olmayan bu çocuk, dışarıdaki yaşamda kendini var edebileceği, güvende olabileceği bir yaşam alanı bulamayışından suça itiliyor ve en sonunda hapishaneye düşüyor. Serbest bırakıldıktan sonra da suç işlemeye devam eder çünkü tek ailesi gardiyanlar, psikologlar, tek yaşam alanı ise cezaevidir. Çünkü hapishane bilindiktir dışarısı ise tekinsiz. İçerisi ve dışarısı, bilindik olan ve tekinsiz ikilemleri dışında pandemi döneminde bu tekinsizliğin başka bir örneğini toplum olarak deneyimlemiş, gözlemlemiş fazlasıyla da eleştirmiş bulunduk.

Salgının ilk patlak verdiği sırada marketlerde yağmalarcasına alışveriş yapılmış hatta büyük marketlerdeki izdiham görüntüleri sosyal medyada çok tepki görmüştü. İlk başta söz ettiğim tekinsizlik kavramının kapsadığı ‘bastırılmış olanın yüzeye çıkması’, ‘bilinenin yabancılaşması’ durumu da bu örnekte karşımıza savaş görmüş neslin/nesillerin çocukları olarak çıkmaktadır. Bir nesil düşünün ki savaş durumunda yaşanan kaybetme, imkânsızlık ve yoksulluk hikâyeleriyle büyümüş. Bir toplum düşünün ki hafızasına savaşın neden olduğu travma ilmek ilmek işlenmiş. Biz bu önceki savaş hikâyelerinin başrollerinde olmasak da annelerimiz, babalarımız, nenelerimiz, dedelerimiz öyleydi. Bu bağlamda herkesin tüketim toplumu ve doyumsuz olmakla bağdaştırdığı –bazı noktalarda ilişkilendirilebilir olsa da- bu izdiham görüntüleri dikkatli bakıldığında tekinsizliğin getirdiği travmatik bir tezahürdür çünkü gelişen yeni durum (ör; salgın) belirsizdir, bilinmezliklerle doludur. Her iki örnekte de bireyin kontrolü dışında gelişen bir durum vardır ve bu durum içerisinde özne kontrol yetimini yitirmiştir ve çaresizdir.  Bu bağlamda örnekler çoğaltılabilir ama bunca belirsizlik içinde ne yapmalı? Yaşam içerisinde kontrol yetimini yitirmiş, aynı çemberin içinde dönüp duran bireyler olarak oturup kalmalı mı? Öz yeterlilik bilincimizi zedeleyen durumların sürekliliği -mesela seçimlerin manipüle edilmesi, baskılanmalar vs. uzun vadede bizi duyarsız, direniş göstermekten kaçınan bireyler olmaya iter. Öz yeterlilik bilinci bu denli zedelenmiş bir toplumun yetkiyi başkasına bırakması, söz sahibinin kendisi değil başkası olması durumu artık daha konforludur. İşte bu noktada kendimizi sorgulamaya başlamamız gerekir. Bizi konfor alanımıza iten şey her zaman kötü olma koşulu taşımasa da bizi orada kalmaya zorlayan her durum kötüdür. Çünkü yaşamın içinde var olabilmenin, yaşamımızın devamlılığını sağlamanın en önemli koşullarından biri beslenmek kadar, üremek kadar büyümektir de aynı zamanda ve ne yazık ki konfor alanında büyüme olmaz. Bireysel olarak da sosyal olarak da büyüyebilmenin ortak koşulu da konfor alanlarımızı terk etmektir. Sizce de çocuklardan suçlu yapan, bizi yoksulluğa mahkûm eden, savaşı güzelleyip ayrıştırmacı, ötekileştirmeci zihinlerin karşısında sizce de artık inisiyatifi ele almanın, konfor alanlarımızdan çıkmanın, direnişi büyütmenin zamanı gelmedi mi?