HER DAMLA MAVİDE YAŞIYOR NAZIM HİKMET RAN – Pınar Piro

En bilindik özelliğiyle dünyaca ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Şairdir diyorum, çünkü yazdığı her şiir karamsarlığımıza umut, yolumuza ışık, yorgunluğumuza direnç, kalplerimize aşk katmaya devam ediyor hâlâ. Bedenen dünyadan ayrılmış olmaları, varlıklarının son bulduğu anlamına gelmez Nazım gibilerin… Fikirleriyle yaşarlar, ektikleri mücadele tohumlarının filizlenmesiyle ölümsüzleşirler, aşkın yaydığı kokuda hissedilirler her daim.

Kendisi de otobiyografi şiirinde gayet yalın bir şekilde anlatmıştır varlığının başlangıcını ve hayatının gidişatını:

 

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu

ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

ben hasretlerin…

 

Müdür Hikmet Bey ile sanatçı ruhlu Celile hanımın çocuğu olarak başlar hayat serüvenine Nazım Hikmet 15 Ocak 1902’de. Annesi ve büyükbabasından eğitimler alarak 11 yaşında ilk şiirini yazar. 1918’de ise ilk kez bir şiiri dergide yayımlanır. Çocuk yaşta tanıştığı şiir ve edebiyat sanatı hiçbir zaman salt bir sanatsal aktivite olarak kalmayacak, eserlerinde ezilenin, haksızlığa uğrayanın sesi olacaktır.

 

“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur.”

Nazım’ın özgürlükçü ve ilerici bakış açısı, şiir yazdığı ilk yıllarda bile kendini belli etmektedir. Onun gençlik yıllarında yazdığı şiirlere bakıldığında, vatanseverlik ve halkına bağlı bir kahramanlık duygusu sezinlenebilmektedir. O yıllarda tanıklık ettiği yaşamlar ve tanıştığı insanlar onun sosyalist düşünce yapısının iyice derinleşmesini sağlamıştır. Daha sonra da iki kez Moskova’da bulunur. Birincisi üniversite eğitimi aldığı ve siyasal kimliğini iyice oturttuğu iki yıllık bir süreçken, ikincisi cezalandırılma kararı çıkan bir dava nedeni ile zorunlu bir ülke değişimidir.

Nazım, 1923’te TKP’ye üye olup işçi sınıfı mücadelesinde yer almaya başlamış ancak 1929 yılında parti ile anlaşmazlıklar yaşamıştır. Bir yandan edebiyatın halkın tarafında olması gerektiği savaşını verirken bir yandan da parti merkezinin otoriter yapısı ile mücadele etmiş ve sonunda da partiden uzaklaştırılmıştır. 1925 yılında komünist düşüncelerin basın-yayın yolu ile propaganda edilmesi yasaklandığından, Nazım birçok kez gözaltına alınır, tutuklanır. Harp okulu öğrencilerine komünizmi aşıladığı gerekçesi ile 15 yıl hapis cezasına çarptırıldığıyla kalmaz, askerlerin dolaplarında onun şiir kitaplarına rastlanıldığı için de bir 15 yıl daha cezalandırılır. 1938’de İstanbul Cezaevine gönderilen Nazım, tabiri caizse burada da rahat durmamıştır. Düşüncelerini kağıda dökmeye, hapishane de yattığı mahkumları eğitmeye devam etmiştir. Çünkü mücadele, zaman ve mekan fark etmeksizin ilerlemeyi gerektirir; karamsarlığa, umutsuzluğa kapılıp vazgeçmeye yer yoktur. Ancak tam da bu bilinç nedeniyledir ki, dışarıda faşist güçler ilerici sol görüşlü aydınlara saldırırken bir şey yapamama hissi içini kemirir ve buluşturur kalemini bir parça kağıt ile;

 

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

Akarsuyun

Meyve çağında ağacın

Serpilen gelişen hayatın düşmanı

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına

                -çürüyen diş, dökülen et-

bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler

ve elbette sevgilim, elbet

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet…

 

Hapiste olduğu süre boyunca, dışarıda yaşananlara tepki olarak açlık grevine girer ancak hem Demokrat Parti’nin elde ettiği başarının verdiği umut hem de sağlığının iyice bozulması üzerine eylemine son verir. Af Yasası ile de 13 yılı aşkın bir süre sonunda serbest bırakılır. Ancak bu normal bir serbestlik olmayacak, polis tarafından sürekli takip edilecek, hatta tekrar askere çağrılacaktır. Bu durumun normal olmadığının farkında olan Nazım, işte o ikinci Moskova yolculuğuna çıkacak ve sevdalısı olduğu topraklara ve aşkına bir daha geri dönemeyecektir.

Hayatının geri kalanında ülke ülke gezip barış elçiliği yapan Nazım, 1951’de Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlıktan da çıkarılmış, vatan hainliğiyle suçlanmıştır. Ancak yaşadığı hiçbir şey onu yazmaktan alıkoyamamış, aksine kalemini keskinleştirmiştir.

Hayatının son yıllarında ise gerek parti içerisinden gerekse de devlet tarafından gelen baskıların ve yıpratma politikalarının yanı sıra, ülke ve sevdalık hasreti, her bir köşesi aşkla ve adanmışlıkla bezeli kalbini yıpratmış ve 3 Haziran 1963’te henüz yazılmamış birçok şiirle birlikte yaşama veda etmiştir.

Kimilerine göre çok uzun bir ömrü olmamış olabilir; ama O, hayatı hiçbir zaman öylesine yaşamadı. Partili olmanın gururuyla attı her adımını, işçi sınıfı mücadelesine sonuna kadar inandı. Maviliklere sürdü motorları, ağaçlar gibi tek ve hürlüğün bir orman gibi kardeşçesine var olabileceğine inandırdı herkesi. Bir insana aşık olmanın yanında, bir ideale gönülden bağlı olabilmenin de mümkün olduğunu gösterdi.

Nazım Hikmet. Şiirlerindeki ‘devlete karşı olan sert tutumu’ ve ‘kominist ideolojiyi savunması’ nedeni ile vatan haini ilan edilmiş olsa da, onun vatanına olan sevgisini sorgulamaya cürret bile edilmemeliydi. Ki zaten, onu vatan haini diye gazetelere koyan ‘kişiler değişse de yapısı değişmeyen devlet’ yıllar sonra bu karardan vazgeçmiş, mirasını kültürel değer olarak değerlendirip naaşını Türkiye’ye taşımak istemiştir. Oysa biz biliriz ki, o yaşarken bir ceviz ağacıydı Gülhane Parkında ve şimdi Rusya’dan gelen bir avuç toprakla Müjdat Gezen Kültür bahçesindeki bir çınar ağacının altında yatmaktadır. Yani o istediği yerde gömülüdür, bizse onu ihtiyaç duyduğumuz her yerde görebilmekteyiz.

Ondandır ki, her Haziran ayında anarız aramızdan ayrılışını, ancak uçsuz bucaksız gökyüzü mavisinde görebiliriz gözlerini, ortak mücadelemizi…

nazımhikmet1