Kana Kana İçtiğimiz Bir Su Gibi – Emel Karagözlü Cicibaba

Dönüştürmek…

Bir insanı veya bir toplumu dönüştürmek statik kurallar silsilesi içinde, ceza ve ödül yöntemiyle, istenilen şekle girene kadar türlü baskı ve dayatmayla olur elbet.

Fakat umutlandırmak?

İşte bunun için insanın veya toplumun en derin duygularına hitap edebilmek, ona kendini görebileceği bir ayna sunabilmek, bir deneyimine dokunmak ve karşı karşıya kaldığı en karanlık günleri, en acımasız saldırıları en dürüst ve en yalın haliyle gösterebilmekten geçer. İşte bu, sanatın işidir. Bu ancak topluma ayna olabilecek, toplum için üretilecek sanatın işidir. Tiyatro, müzik, dans, şiir, resim veya edebiyat… Tarih boyunca kralların ürktüğü, diktatörlerin yasakladığı, tiranların yaktığı; toplumcu yapıldığı ve ayna tuttuğu taktirde ne kadar dönüştürücü bir güç olduğu hep bilinen sanat.

Sanata ve umuda en çok ihtiyaç duyanlar içinde bulunduğumuz zamanda sanattan en çok mahrum kalanlardır. Ana akım sanat, toplumu mevcut yönetimin belirlediği çizgiler içinde dönüştürmek için kullanılmasını bir sorun olarak görmeyen elitlerin eline düşmüş durumda. Mevcut yönetimin elinde bir araç olan sanatın toplumu kendi istedikleri yönde dönüştürmek için kullanıldığını da göz ardı etmemek lazım. Sanat adı altında üretilen birçok eserin de şiddeti, tecavüzü, erkek egemen sistemi, belirli gruplara yönelik nefreti ve daha bir çok olguyu normalleştirdiğinin de altını çizebiliriz. Bu gibi üretimlerin hiçbirinde ihtiyaç duyduğumuz ve bizim faydamıza olacak bir dönüşümü körükleyen umudu asla bulamayız. Bu sanatı kıskacı altında tutanların yararına olmayacağı için yapılması engellenir. Tam da bu noktada, popüler kültür üretimlerinde de görebileceğimiz gibi sanatsal olduğu idda edilen birçok eser, onu icra edenlerin, sanatın esas amacından uzaklaşmış ve umut verici özelliğini yansıtamayan insanlar olması nedeniyle gittikçe daha da sığlaşarak mevcut düzene hizmet etme gailesi taşıyan üretimlere dönüşmüştür. Buna ek olarak sanatın herhangi bir dalında üretim yapmak için “eğitimli” olmak norm olarak yerleşmiş, hem sanatın kendini birçok bedende var etmesinin önüne geçilmiş, hem de sanatı deneyimleyenleri sanatı eleştirmek için yetersiz olduğuna koşullamıştır.

Ülkemizde ekonomik kriz gittikçe ağırlaşır ve işçiler temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, koca bir toplum mali protokol adı altında gerici politikaların ve bizleri göbekten Ankara’ya bağlayacak maddelerin kıskacında sıkışmışken, kurumlarımızı özelleştirip bizi sermayenin iki dudağının arasına hapsederken, hastanede ilaç bulamaz, yasayı çiğneyip cezalandırılanlar için özel af yasaları Meclis’e sunulurken insanları örgütlenip mücadele etmeye çağıran protest sanatsal üretimler neredeyse yok denecek kadar azdır. Fakat sorunun kaynağını ve onunla nasıl mücadele edileceğini göstermek yerine insanlarda sadece boş ve anlık bir hüzün, mutluluk, heyecan veya gerilim duyguları kabartmak için üretilmiş birçok eser de mevcuttur.

Ülkemizin özellikle tiyatro tarihine bakıldığında, o dönem mevcut yönetimin sakıncalı olduğu gerekçesiyle Vatandaş Oyunu isimli oyunu oynayan sanatçıları (Yaşar Ersoy, Osman Alkaş, Işın Cem ve Erol Refikoğlu) vatan haini ilan ederek Devlet Tiyatrosu bünyesinden kovduklarını görebilirsiniz. Sanatın toplum üzerindeki etkisini, uyandıracağı farkındalığı ve alevlendireceği mücadele umudunun farkında olanlar sanatçılarımızı susturmaya çalışmışlardı. Nedeni ise yukarıda bahsettiğimiz gibi egemen sistemin sanatı sadece kendi çizdikleri sınırlar içinde toplumu dönüştürecek oranda yapılmasına izin vermesinden dolayıdır. Bu baskı yıllar sonra da devam etmiş ve Yaşar Ersoy’un Yangın Yerinde Kabare oyunu da sansürlenmişti.

“…Bana diyorlar: ye iç! Bak keyfine!
Nasıl yer içerim, kaparsam
Yiyeceğimi bir açın elinden ve
Bardaktaki suyum bir susuzda yoksa?
Ve yiyip içiyorum gene de…”

Bertolt Brecht

Brecht’in dizelerinde betimlediği bu hayat maalesef gerçekliğimiz olmuş durumda. Bu gerçeklik içinde hergün bir gaile ile uyur başka bir gaile ile uyanırken birçok farklı müzik duyacak, yazı okuyacak, tiyatro izleyecek (tabii paranız yeterse) veya dans eden insanlar göreceksiniz. Hangisi Brecht’in yaptığı gibi içinde bulunduğumuz duruma ayna tutuyor buna dikkat etmeliyiz. Gittikçe yoksullaştığımız şu günlerde bu dizeleri yaşamıyor muyuz sizce de? Peki kaç ağız, kaç vücut, kaç satır, kaç dize yansıtıyor bunları? En son hangi melodide duymuştunuz bir komşunuzun açlığını, bir çocuğun sefalet dolu hayatını? Tam da bu yüzden sanat lüks değil, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Bize mevcut adaletsizliği, zulmü, sömürüyü anlatabileceği, bizi ona karşı örgütleyebileceği için ihtiyaçtır.

Sanat denilerek üretilen her şeye bu bakış açısıyla yaklaşmalıyız. En yaşamsal ihtiyaç gibi, bir bardak su içermiş gibi bakmalıyız. Çok susadığınız bir anda kana kana buz gibi bir suyu yudumlarmış gibi.

Suyu daha ilk yudumladığınız anda yanan ciğerinizin nasıl söndüğünü, nasıl ferahladığınızı ve bundan sonra böyle susuz kalmamak için yanınızda bir şişe su taşımanız gerektiğini düşündüğünüzü hatırlayın. Susuz anınızda size su satmayı, susuzluğunuzu zerre umursamayanları, parasına bakanları hatırlayın. Suyu sanat, kuraklığı içinde bulunduğunuz buhran, ciğerinizin söndüğü anı mücadele umudu, şişe almanız gerektiğini mücadele yöntemi, bu çaresiz anınızda size su satmayı düşünenleri de elitist, mevcut düzenin sanatçıları olarak yorumlayın. Sanatsal olduğu iddia edilen üretimlerle karşılaştığınızda sususluğunuzu ne denli giderdiğini, size bir şişe su taşımanız gerektiğini söyleyip söylemediğini sorgulayın. Mutlaka ve mutlaka bunları sorgulayın ve aradığınız yanıtları alamadığınız taktirde eleştirinizi yapmaktan asla kaçınmayın.

En başta da bahsettiğimiz gibi tarih boyunca çok güçlü bir silah olarak görülen ve toplumun umudunu ve mücadelesini körükleyeceği için her zaman sansürlenip yasaklanan sanata sahip çıkalım ki umudumuza ve mücadelemize ışık olabilsin.

FILLING GLASS WITH WATER