Sol: Eşitlik, Özgürlük, Adalet – Mustafa Batak

Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, kendimizi, hangi değerlere ait, hangi etnik kimlik, dil, din ve yönelime sahip hissedersek edelim, sol – sağ terimlerini işitir, felsefi ve ideolojik sınıflandırmasına rastlarız. İnsanlık, tarih boyunca ürettiği teknoloji ve entelektüel birikimler neticesinde siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal ve daha birçok yaşamsal ihtiyaca yönelik olgu ve değer inşa etti. Bu değerler, her ne kadar ülkelerin yerel koşullarına göre değişiklik gösterse de değişiklik göstermeyen ve tüm dünya halklarını kapsamayı başarabilen ender örneklerden bir tanesidir bu sınıflandırma.
Peki nedir bu sınıflandırma?
“Sol nedir? Sağ nedir? Nasıl olur da devlet aygıtının dahi temelini bu sınıflandırma oluşturabilir? Bu tanımlama nereden ve hangi ihtiyaçtan ortaya çıktı?” şeklinde sorulacak çok fazla soru vardır. Tüm bu soruların yanıtları ise hem çok kolay hem de oldukça zordur… Kolaydır çünkü, bu iki karşıt görüşün ideolojik bir tanımlama olarak kullanımı ilk kez Fransız İhtilali sonrası toplanan Fransız Ulusal Meclisi’nde yapıldı. İlginç ama bir o kadar da kalıcı biçimde yapılan bu tanımlamada, Meclis başkanı, sol tarafta oturanlara, yani eşitlik özgürlük ve adalet talebi yükseltenlere “solcu”, sağ tarafta oturanlara ise yani muhafazakârlara, monarşi yanlılarına “sağcı” diyordu ve iki karşıt grubun konumlanışı gereği yapılan sol-sağ tanımlaması, kısa süre içinde tüm dünyaya yayılacak ideoloji ve felsefenin adı oluyordu. Tabii bu mücadelenin hikayeleştirilmiş kısmı, yani yukarda sorulan soruların kolay yanıtı. Zor kısmı yanıtlayacak olursak, Fransız İhtilali’ni milat olarak kabul etmekte fayda var. Zira tarihsel arka plana dönüp baktığımızda başta köle ayaklanmaları olmak üzere verilen mücadeleler 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali ile birlikte yeni bir boyut kazanıyor, artık özgürlük için verilen mücadelenin yanına eşitlik de ekleniyor, böylece, ideolojik temel kuruluyor, o temele ait felsefe oluşuyordu.
Yani “sol” kurumsallaşıyordu…
Ancak elde edilen bu kazanımlar yeterli değildi. Her ne kadar açılan eşitlik, özgürlük, adalet parantezi, bilime, sanata ve toplumsal ilerleyişe önemli katkılar sunsa da unutulmamalıdır ki sağ ideoloji tarihsel olarak daha önce peyda olmuştur. Yani sağ daha güçlü, daha örgütlü ve daha “kurumsaldır.” En önemli özelliği de yer, zaman, kişi ve değer fark etmeksizin girdiği kabın şeklini alabilmesidir. Öyle ki tarihin herhangi bir döneminde yahut Fransız İhtilali öncesi veya sonrasında sağ; monarşinin korunmasından, kralın otoritesinin kalıcılaşmasından, toprak sahiplerini soyluların oluşturmasından, kilisenin etkisinin azalmamasından, yani mevcut düzeni muhafaza etmekten yanayken, sol öyle değildi. Eşitlik, özgürlük, adalet ve laik zeminini hiçbir yere kaydırmıyordu! Örgütlediği söz ile sağın tüm dengesini sarsmıştı bile. Ancak dedik ya sağ güçlü olan taraftı ve görüşlerini yaslayacak zemin her zaman bulabilirdi ve buldu da 19. Yüzyılın sonlarında 20. Yüzyılın başlarında başlayan ulus devlet hareketleri ve milliyetçilik ile gerçekleşen sanayi devrimi sağın sarsılan itibarını yeniden kurabileceği bir limandı adeta. Zaten tarihin tozlu raflarına dönüp baktığımızda sanayi devrimi ve sağın yükselişi arasında birçok kompleks etkileşim ve paralellik bulunabilir. Özellikle sanayi devriminin etkisi ile tarım tabanlı ekonomiler, endüstriyel ekonomilerle yer değiştirdi. Bu değişim haliyle sosyal hareketliliği beraberinde getirerek özellikle kentleşme ve kurulan sanayiler ile toplumun dokusunu etkiledi. Bu da sosyal sınıfları daha belirgin hale getirerek, orta sınıf, liberal ekonomi ve bireyci düşünceyi doğurdu. Artık sağ ideoloji, kapitalizmde yani sermaye savunuculuğunda vücut buluyor ve kurduğu partilerle sözünü söylüyordu.
Ancak solun da “eli boş” değildi…
Eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde birleşen sol, sosyalizmi bulmuş ve artık daha güçlü hale gelerek, daha da kurumsallaşmıştı. Sosyalizme sundukları katkı, yazılan Komünist Manifesto ile işçi sınıfının birliği ve toplumsal değerlerin sol hareket etrafında birleşmesine yönelik bilimsel katkıları ile Marx ve Engels, sol hareketin gelişimine önemli katkılarda bulunmuştu. Bir kez daha tekrar etmekte fayda var ki tüm bunlar ülkeden ülkeye, dönemden döneme değişebilir. Ancak değişmeyen yegâne olgu, sağın aksine sol ideolojinin savunduğu değerlerin gelişimi, yaslandığı bilim, yükselttiği talepler ve örgütlü sözdür. Kaleme alınan bu makalede, eşitlik, özgürlük ve adalet temeli ile yola çıkıp, bilime, sanata, kültüre ve örgütlülük ile birçok yaşamsal olguya yığınak yapan sol ideolojiyi doğuran sağ ideolojiyle birlikte anlatmaya çalıştık. Son bölümde sola, soldan da değinmekte fayda var. Günümüzde sol, insanı merkeze alan çevrecilerle, yaşayan tüm canlıları merkeze alan ekoloji örgütlerine; kadın özgürleşmesi mücadelesi içerisinde bölünen feminizmlerden, LGBTQ+ mücadelesi veren aktivistlere; Karl Marx’ın “işçi sınıfının birliği, kurtuluşumuzdur” sözünü kalıp halinde alarak, eli nasır tutmuş işçi arayanlardan, barış, sanat, kültür hareketlerinin içine hapsolmuş hareketlere kadar; sayıp sayamayacağımız birçok hareket sol olarak tanımlanmakta ve bütünden kopuk bir şekilde konumlanmaktadır… Sol ideolojinin, yüzyıllardır biriktirdiği değerlerden uzak olan bu konumlanış, ne kadar iyi niyetli ve gayretli olursa olsun herhangi bir sonuç vermeyecektir. Elbette ideolojik olarak aynıların aynı, ayrıların ayrı yerde konumlanması evladır. Ancak sol hareketin niteliğine değil, onun niceliğine yaslanmak yukarıda da söylendiği gibi sola değil, güçlü olan sağa yarayacaktır.
O nedenle 68 kuşağının önder isimlerinden Nasuh Mitap abimizin söylediği; “Sosyalizm, insanlığın insanlığa sahip çıkmasıdır”, sözünü “Solun, sola sahip çıkması”, olarak da okumakta, mücadeleyi bütünüyle kabul edip örgütlemekte fayda var.