Solu Sağa İtmek ya da Kıbrıs Sorununda “Çözümcü” Olmak – Ali Şahin

Sosyalistler hayatın temel itici gücünün sınıf mücadelesi olduğunu vurgularken yaşamın salt bundan ibaret olmadığını, dolaylı olarak emek-sermaye çelişkisinden etkilenerek yaşamın çok farklı sorunlar da barındırdığının bilincindedirler. Ataerki, milliyetçilik, ulusal sorunlar, doğanın katledilmesi, vb. çok sayıda toplumsal mesele, merkezinde sınıf mücadelesinin yer aldığı yaşamı şekillendiren sorunlardır. Bu sorunların her biri ise oluştuğu ülkeye, coğrafyaya, maddi koşullara ve tarihsel döneme göre şekillenir. Sosyalistler, kapitalizmin bir parçası olarak var olan emek ve sermaye arasındaki kavgada yığınağı emeğin cephesine yapsa da bahsettiğimiz diğer toplumsal sorunlarla da ilgilenmek zorundadır. Sosyalist hareketin tarihi bu alanlardaki mücadelelerle ilgili çok sayıda başarılı örnekler barındırsa da geçmişte ekonomizme sıkışmış veya iktidarı alma perspektifini sadece işçi çalışmasıyla sınırlayan yanlış anlayışlar da sıkça ortaya çıkmıştır. Ancak bugünün solu içinde yaygın olan yanlış bunun tam tersidir.

İçinden geçtiğimiz dönemde sol hareket içinde yaygın olan yanlış, sınıf mücadelesini 19. ve 20. yüzyılda bırakarak siyasal önermesi belli olmayan soyut özgürlük ve demokrasi tanımları üzerinden kimlik mücadelelerine hapsolmaktır. 

Marksist hareketin 1970 ve 1980’lerde yaşadığı geri çekilme sonrası işçi sınıfının sosyalizmi kurma mücadelesindeki rolünü yanlışlayan ve sosyalizmi sınıfsal bağlamlardan kopararak ahlaki bir tavır alışa indirgeyen bir siyasal hat, reel sosyalist deneyimlerin yıkıldığı 1990’lı yılların başıyla birlikte sosyalizm mücadelesini de rafa kaldırarak politik ufkunu kapitalizmin “demokratikleşmesine” sabitlemiştir. Böylece emek mücadelesi nostaljik bir unsur haline dönüşürken solculuk ise sınıftan kaçan feminizme, çevreciliğe, LGBTQ  hareketine, etnik ve kültürel gruplara vb. kimlik mücadelelerine dönüşmüştür. Önceleri her türlü kimlik mücadelesini emek hareketini yaşamın merkezindeki rolüyle birlikte ele alan bir sol çizgi varken, bugün ağırlıkla emek mücadelesini de bir kimliğe dönüştürmüş ve “kapitalizmin ehlileştirilmesi” de dahil edilmiş, hatta yeri geldiğinde emek mücadelesini bahsi geçen kimlik mücadelelerini gerileten bir unsur olarak gören bir “solculuk” yaygınlaşmıştır. 

Bu anlayışın Kıbrıslı Türk solu içindeki tezahürlerine baktığımızda ise en başta Kıbrıs sorununa sıkışan ve siyasal ufkuyla birlikte solun tanımını da bu dar çerçeve içine sokan kimlikçi anlayışı görürüz. Bu çerçevede, bir siyasal çevreyi sol yapan şey salt Kıbrıs sorununda takınılan “çözümcü” tavırdan ibarettir. 1990 sonrası küresel olarak solda yaşanan eksen kayması Kıbrıslı Türk solunu da kaçınılmaz bir biçimde etkiledi ve kimlikçiliğin adadaki potansiyeli en yüksek damarlarından biri olan Kıbrıs sorunu sınıf mücadelesiyle ayrılan solun biricik mevzusuna dönüştü.  Bu durumda her geçen gün artan Ankara hükümetlerinin müdahaleleri de ayrıca rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor.  “Kıbrıs sorunu çözülmeden hiç bir şey olmaz”, “önce Kıbrıs sorununu çözmeliyiz” diyen  bir “sol” günden güne büyüdü. Çözümden anlaşılan şey nedir?”, “sınıfsal içeriği nasıl olmalıdır?”, “çözüm ile barış aynı şey midir?”, “Kıbrıs halklarının kardeşleşmesi için bir anlaşma yeterli midir?”, “bu anlaşmayı kimler yapacaktır?”  gibi sorular muğlak bir şekilde ele alınmakta ve aslında bu muğlaklıkla doğal olarak şu anda konu üzerinde egemen olan anlayışların sınırları kabul edilmektedir. Bu kabul ile birlikte Ticaret Odası başkanlığı yapmış biri, ömrü işçilikle geçmiş bir sendika üyesi ile birlikte aynı solculukta birleşebiliyor. Ya da Kıbrıs halklarının kardeşleşmesi gerektiğini savunan bir genç, emperyalizmin fonladığı kurumlar üstünden barış mücadelesi vermekle yetinebiliyor. Yine benzer bir mantıkla Filistin halkının yurdunu gasp eden İsrail’in yanında duran sağcı bir parti başkanı, sırf kadın olduğu için solcu bir kadın başkan ile birlikte Kıbrıs sorununda öncü rol oynamaktan bahsedebiliyor. Örnekler arttırılabilir ama bahse konu kimlikçi solculuğun çelişkileri bu örneklerle bile anlaşılabilir durumdadır. Tüm bunlar, Kıbrıs sorunu gibi bir ulusal sorunu basit bir etnik gerginliğe ya da ülkeler arası bir rekabete indirgeyen kimlikçi anlayışın tezahürleridir. Ancak her ulusal sorun gibi Kıbrıs sorunu da gerçekliğine uygun bir şekilde yani sınıfsal ilişkiler bağlamında ele alınmalıdır. Evet, sol hareketin Kıbrıs sorunundaki tarihsel ve güncel pozisyonu iki halkın bir arada yaşamasından, yani barıştan ve kardeşlikten yana olmuştur. Ancak solu sol yapan tavır salt buna indirgenemez. Bir ulusal sorunda farklı sınıflar ve buna paralel farklı siyasal yapılar rol oynayacak bile olsa solcular konuyu onların dayatmalarıyla okuyup sınırlayamaz. Öte yandan ayrıntısına girmeyecek olsak da şunu da vurgulamalıyız ki, Marksistlerin ulusal sorunlarda mutlak bir tavrı yoktur. Sosyalistler bu sorunları tarihsel bağlamı ve halkların kendi kaderlerini belirleme hakları içerisinde ele alırlar. Dolayısıyla solcular her durumda ille de birlikçidir diyen bir anlayış halkların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini dahi anlamamaktır. 

Tekrar Kıbrıs sorununa sıkışan anlayışa döner ve sona gelirsek, bugün solda Kıbrıs sorununa ve “çözüme” indirgenmiş anlayışın sol olmaya yetmediğini tekrar tekrar vurgulamalıyız. Bu anlayış tecrübeyle gösterdiği gibi Kıbrıs halklarını birbirlerine  yaklaştırmadığı gibi solu sağa yaklaştırarak Kıbrıs’ta kurulacak bir barışı bugünden uzaklaştırmaktadır. Gerçek çözüm ise solun sınıf mücadelesini yükselterek halklar arası barışı gündelik somut ilişkiler üzerinden inşaya girişmesidir. Böyle bir mücadele siyasal yelpazede kimin sol kimin ise sağ olduğunu berrak bir şekilde gösterecektir.