Solculuk, Fonculuk, Sivil Toplumculuk – Nazen Şansal

Solculuk biraz da vicdan işi değil midir? Şiddete uğrayan kadınlara, istismar edilen çocuklara, mültecilere destek sağlamak, unutulmaya yüz tutan el sanatlarımızı genç nesillere öğretmek, geri dönüşüm projeleriyle doğayı korumak, barış için iki toplumlu etkinlikler yapmak, eğitim kitaplarından milliyetçi unsurları ayıklamak, LGBTİ’lere ayrımcılık yapılmaması için çalışmak, insan haklarının gelişmesi yönünde uğraş vermek… Eğiliminiz, arkadaş çevreniz veya uzmanlığınız gereği bu tür faaliyetlerden birinin içinde yer alırsınız veya siz inşa edersiniz. Samimiyetle, yaptığınız işin faydasına inanır, hakikaten ufak da olsa bir grup insanın hayatında fark yaratırsınız. Elbette bir bütçeye ihtiyacınız vardır ve gönüllülük temelinde bu tarz faaliyetlerin yapılması hiç kolay değildir. Ortak ilkelerle biraraya gelip örgütlenmek, toplumsal duyarlılık geliştirmek ve halkı bilinçlendirip güven kazanarak maddi kaynak yaratmak, aynı zamanda da bu gibi işlerin kalıcı bir devlet politikası olması için mücadele etmek, sebat isteyen meşakatli bir yoldur. Oysa fon almaya muktedir bir proje koordinatörünün liderliğinde çalışan bir ekip, AB, UNOPS, USAID, UNDP gibi kuruluşlardan veya Soros gibi vakıflardan maddi kaynak alabilir ve saydığımız iyi işleri topluma kazandırabilir. Böylece, eğitimli gençlerin niteliklerine uygun iş bulmakta zorlandığı ülkemizde, hem para kazanacağınız kariyer fırsatları elde edersiniz hem de dünyayla bağlantıda olur, kalifiye yabancılarla temas kurar, zaman zaman yurt dışına gidersiniz. Zaten sizden yıllar önce, vicdanlı solcular benzer yollar izlemiş, mühim yerlere gelmiştir ve sizin önünüzde bulduğunuz seçenek hatta ufkunuz bununla sınırlıdır. Ülkemizde (ve neoliberal dönemde dünyanın pek çok yerinde) olan tam da budur.

Peki ama neden?

1980’lerin başlarında neoliberal yönetici sınıfların daha zeki bazı unsurları, uyguladıkları politikaların toplumda hoşnutsuzluğa yol açtığını ve büyük çaplı toplumsal hoşnutsuzlukların yolda olduğunun farkına vardılar. Neoliberal politikacılar “alttan” paralel bir politika izleyerek “devletçilik karşıtı” ve sorunlu grupları yumuşatıp “sosyal bir rahatlama” yaratacak örgütleri finanse etmeye başladı. Bu örgütler mali olarak doğrudan neoliberal kaynaklara bağlıydılar ve yerel düzeyde sosyo-politik hareketlerle doğrudan rekabet halindeydiler. 1990’larda “hükümet dışı” olarak tanımlanan bu grupların sayısı binlerle ifade ediliyordu ve aldıkları bağışlar dünya çapında yılda 4 milyon dolara ulaşmıştı. (Emperyalizm ve Hükümet Dışı Örgütler – James Petras)

Sovyetler Birliği yıkılıp kapitalizm fabrika ayarlarına döndüğünde, sosyal devlet ve insanca yaşamak adına kazanılmış haklar, sermaye lehine, hızla tasfiye edilmeye başlandı. Bunun gündelik hayatımızdaki yansıması eğitimin, sağlığın, ulaşımın, barınmanın, kamusal çocuk veya yaşlı bakımının hatta bir deniz kıyısında veya ağaç gölgesinde oturup piknik yapmanın gayet doğal bir hak olmaktan çıkıp piyasa ilişkilerine dahil edilmesidir. Öte yandan, sistemin kendi suretinde (topluluğa karşı sorumluluk duygusu taşımayan, bencil, bireyci) bir insan modeli yaratma çabasına vicdanlı solcuları da dahil etmek, ekmeğine yağ sürerdi. Ancak bu pek kolay değildi. Çünkü insan toplumlarının dayanışmacı doğasından ve tarihsel sınıf bilincinden süregelen bir damar vardı ki, örgütlenme ve sermaye düzeninin ayağına dolanma potansiyeli taşıyordu. O halde neolberalizim canımıza okurken, canı yananlara duyarlı olan kesimleri çaktırmadan ehlileştirmek en idealiydi. İşte bu sebeple “demokratik kitle örgütleri” out, “sivil toplum örgütleri” in olmalıydı. Bu sadece basit bir isim değişikliği değildi. Gücünü halktan alan ve hedefinde halkın haklarını gerileten kararları veren devlet (daha doğrusu devlete egemen olan sınıf) olan kitle örgütleri, “yönetişim”, “paydaşlar”, “uzlaşı” gibi cicili bicili kavramlarla hareket eden bir “team”e dönüştürüldü. James Petras’ın deyişiyle STÖ’ler, neoliberalizmin “cemaat yüzü” haline geldiler. Eski solcular için sınıf politikalarından cemaate, Marksizim’den STÖ’lere geçişte devlet(çilik) karşıtlığı ideolojik biletti. Ne de olsa devlet, özgürlükleri kısıtlayan, hantal, bürokratik ve yozlaşmış bir yapıydı, her şeyi de devletten beklememek, hatta istememek gerekirdi!

Bizdeki tezahürü

90’lı yıllarda ülkemizde dünyaya açılmak arzusunda olan solcular arasında popüler olan Conflict Resolution grupları aracılığıyla başlayan dış kaynaklardan fonlanma süreçleri, fon merkezlerinin, “barış” için iki toplumlu projelerin yapılmasına müsait iklimi tespit etmesiyle neredeyse tüm sola pıtrak gibi yayıldı. Zamanla, sadece barış konusu ile sınırlı kalmayıp, toplumsal cinsiyet çalışmalarından ekolojiye, LGBTİ konusundan folklorik araştırmalara kadar her alana bulaştı. 2000’li yıllara gelindiğinde, yeni nesil foncu gençler hadiseye daha profesyonel bir iş olarak bakıyordu. Bu kuşak, içinden çıktığı halkla olan politik ilişkileri veya devletin ne gibi haklar sunması gerektiğini değil, bir yandan topluma faydalı işler yürütürken öte yandan yapacağı projeler ve alacağı paralarla kariyerini ve hayatını idame ettirmeyi daha çok önemsiyordu.

Ne zararı var ki?

Sol liberalizmin ayağını bastığı zemin olan fonculuk ve sivil toplumculuk, vicdanlı solcularla birlikte halkı da dilencileştirir. Esas kaynağı şeffaf olmayan, egemenlerin ihsan ettikleri paralar, STK’cılıkta profesyonelleşmiş iyi niyetli kişilerce yararlı amaçlar için kullanılırken, halk, hakları için devleti politik olarak zorlamayı veya sorunların çözümünde baskı yaratmayı değil, para veya yardım beklemeyi öğrenir. Böylece sosyal devletin tasfiyesi, haklarımızın geriletilmesi minimum tepkiyle hallediliverilir.

Halkın maddi sıkıntılarını birebir yaşamayan, halk tarafından finanse edilip halk tarafından denetlenmeyen STK’lar, içinde yaşadığı toplumdan uzaklaşarak fon veren yerlerden beslendiği için, farkında olmadan, kendi toplumunun değil fon merkezlerinin önceliklerini benimser. Kendilerine dayatma yapılmasa dahi, işlerini ve yaşamlarını sürdürmek adına otokontrol mekanizmaları devreye girer. Bu durumda da egemenlerin kendi ajandalarınca kültürel yapıda yapmak istediği değişiklikler, sola enjekte etmek istediği kavramlar ve bakış açıları, toplumsal ilişkilere ve hatta kurumsal yapılara yerleşir. Sınıf mücadelesi tarihi boyunca damıtılarak oluşan kavram setleri buharlaştırılır ve postmodern kavram setleri ile dünyayı algılamaya başlarsınız.

Belki de en önemlisi şudur: Duyarlılığı, vicdanı ve halkı için bir şeyler yapma tutkusu ile aktif bir devrimciye dönüşebilecek insanlar, emperyalizmin ayak işlerini gören foncu aktivistler haline gelir. Yani halkın en değerli çocukları onun elinden çalınır.

Solculuk biraz da vicdan işi değil midir?

Evet ama sadece biraz… Daha ziyade politik bilinçle zor yolu seçmeyi ve bedel ödemeyi göze almayı gerektirir.

Kaynaklar:

Emperyalizm ve Hükümet Dışı Örgütler, James Petras

Sol Liberalizm, Postmodernizm ve Kıbrıslı Türk Solu, Münür Rahvancıoğlu, ÖZNE Dergisi, Sayı:1