Çevreye Soldan Bakmak – Sezgin Keser

Hiç işe giderken araba kullanmak yerine yürümeyi ya da bisiklet kullanmayı tercih ettiniz mi? Evdeki çöplerinizi kağıt, plastik ve cam olarak ayrıştırdınız mı? Peki et tüketiminin çevreye verdiği zararı azaltmak için “Yeşil Pazartesi” trendine katıldınız mı? Ya da karbon ayak izinizi* en son ne zaman ölçtünüz? Kısacası birey olarak çevreye ne kadar zarar verdiğinizin farkına varıp bu zararı azaltmak için neler yapıyorsunuz? Denizlerimiz çöp dolu, hava kirliliğinden nefes alamıyoruz, ormanları katlediyoruz, dünyamız yok oluyor. Sorumlusu biziz ve çözüm de biziz! Her birey çevreci mantıkta yaşarsa dünyamızı kurtarabiliriz!

Elinizdeki dergi ekososyalist ideolojiyi benimsemiş ve bu uğurda mücadele eden bir derneğin dergisi yerine liberal veya postmodern bir örgütün ya da fonlanmış bir STK’nın dergisi olsa yukarıdaki paragraf uzar gider, sizleri vicdanınızla yüzleştirip bireysel olarak çevreci olmanızı öğütler ve asıl sorumluları görmezden gelmenizi sağlardı. Neyse ki ne bu derginin ne de bu yazının öyle bir derdi yok. Bu yazının derdi ekolojik talanın asıl sorumlularını ve bu yıkımı durdurabilmenin yollarını aramak olacaktır.

Yıkım var ey dostlar!

İnsanlık tarihine baktığımızda doğamızın bu kadar talan edildiği, kendi kendini yenilemeye dahi hiç fırsat verilmediği bir dönem olmamıştır. Eski çağlarda doğa, insanların kontrol edemediği, anlamaya çalıştığı bir gizemken kimi dönemde ise kutsal sayılmış ve mümkün olduğunca korunmaya çalışılmıştır. Ne zaman ki canavar bir makinenin çarkları dönmeye başladı o zaman doğanın da yıkımı belki de dönüşü olmayacak şekilde artmaya başladı. Kapitalizmle birlikte başlayan ihtiyaç fazlası, sermayenin kâr ve kazanç odaklı üretimi ve çılgın tüketim anlayışı, metaların ham maddesi ve kaynağı olan doğanın sınırsızca ve acımasızca kullanılmasına yol açtı.

Bir yandan emeğimizi sömüren ve değersizleştiren sermaye bir yandan da doğayı talan ediyor hatta piyasalaştırıp satıyor. Toplumun maddi zenginliği emek ve doğa olmasına karşın, kapitalizm, emek gücünü iş gücü, doğayı da ham madde ve kaynak olarak ele alarak sermaye birikimini ve büyümesini gerçekleştiriyor. Doğa varlıklarının doğal kaynak haline getirilmesi süreci ile emeğin işçileştirilmesi, kaçınılmaz bir birlik içinde ilerliyor. Yaşadığımız neoliberal dönemin başat özelliği ise, piyasa dışı olan ne varsa (su, toprak, hava, genler, doğanın bilgisi, vs.) özelleştirme, ticarileştirme gibi yöntemlerle sermayenin hizmetine koşulmasıdır. Bununla birlikte sürekli ve hep daha fazla büyümeye dayalı olan kapitalizm, büyümek için doğayı yok ederken, elinde tuttuğu her türlü araçla çözümü, bireysel çabalara bağlayarak asıl sorumluların kim olduğunu da gizlemeye çalışıyor. Kendi ekolojik dünyasında vicdanı temiz yaşayan postmodern solcu bireylerin de yardımıyla, bu yolda başarılı da oluyor.

Kimin ayak izi daha büyük; emekçinin mi sermayenin mi?

Bir sorunun neye bağlı olarak çıktığını bilmezsek çözümü de doğru bir şekilde üretemeyiz. Ülkemiz özelinde düşündüğümüzde asgari ücretle geçinmeye çalışan, sosyal hayatına ya da ülkenin sorunlarını düşünmeye dahi vakit bulamayan bir işçi, yere çöp atarak ya da toplu ulaşım olmadığı için işe arabayla gitmek zorunda kalarak, yakıtını denizlerimize döken ve Kalecik Elektrik Santrali’yle havamızı kirleten AKSA’nın yarattığı tahribattan daha fazla nasıl doğamıza zarar verebilir ki! Teşviklerle her geçen gün büyüyen otellerin denizlerimizde yarattığı kirlilik, taş ocaklarının dağlarımızı delik deşik etmesi, emperyalist devletlerin ve şirketlerin adamızın dibinde doğalgaz için başladıkları yarışta Akdeniz’e verecekleri zararlar ve bunun gibi sermayenin saymakla bitmeyecek yıkımını, sıradan bir insan, günlük yaşantısını mükemmel şekilde çevreye duyarlılık noktasında düzenlese dahi durduramaz. Yani “bu ekolojik tahribattan hepimiz sorumluyuz, çevreci faaliyetlerle buna son verebiliriz” mantığında, sistemsel olmayan çözümler doğamızı kurtarmaz. Kocaayak sermayenin ayak izinin yanında, bizim ayak izimiz bebek ayak izi kalır.

Çözüm solda, peki sol nerede?

Ülkemizdeki ana akım sol siyasetlere baktığımızda emek-sermaye çelişkisinden uzaklaştıklarını, emekçinin günlük sıkıntılarını dert bile edinmediklerini, bir anlaşmanın yapılıp “barış”ın sağlanması peşinde koştuklarını; “radikal sol”un ise her şeyin sorumlusunu TC işgali olarak tespit etiğini görüyoruz. Hal böyleyken çevre gibi tali olarak düşünülen konuların kökten çözümü de ya “barış”tan sonrasına ya da işgalin ertesine bırakılıyor.

Bununla birlikte dünyada son 50 yıl içerisinde çevreci hareketler ortaya çıkmaya başlamış ve günümüzde adamıza baktığımızda sol hareketlerin yeri geldiğinde birlikte hareket ettiği ya da dayanıştığı çevreci dernekler ve STK’lar kurulmuştur. Çevre-ekoloji konularında sistemsel değişikliklere değil daha çok bireylerin çevreci kimliklere dönüşmesini hedefleyen bu anlayış, yeni ormanların yaratılması, gençlerin çevre bilincinin geliştirilmesi, kıyılarımızda petrol dolum tesisi kurulmaması, milli parkların ve yeşil alanların korunması, CMC’nin bırakıp gittiği atıklara, otellerin ve inşaatların yarattığı kirliliğe dikkat çekilmesi, kuşların, kaplumbağaların ve endemik türlerin korunması, taş ocakları ve Akkuyu Nükleer Santrali’ne karşı kampanyalar örgütlenmesi gibi konularda önemli çalışmalara imza attı. Kimi sistem içi iyileştirmeler, elbette devrimci sol tarafından da benimsenip desteklenmekte. Bununla birlikte sermayeden hesap sormaya girişmeyen, ufkunu kapitalizmle sınırlı tutan sol örgütlerin bir kısmı ve yaptıkları bazı faaliyetler sonucunda ekolojik tahribatın asıl sorumluları görmezden gelinmeye başlandı, hatta “çevre dostu” konuma geldiler.

Adamızdaki solun tamamının yukarıda bahsedilen durumda olmadığını da bilmek gerek. Ekolojik tahribatın asıl sorumlularının bu sistemden nemalanan sermaye olduğunu bilen ve sermayenin emek-doğa sömürüsünü birlikte gerçekleştirdiğinin bilincinde olup çözümünün de ekoloji mücadelesinin, emek mücadelesiyle iç içe geçmesiyle olabileceği hedefiyle, yani ekososyalist ideolojiyle mücadele eden, dolayısıyla emekçinin gündelik sorunlarını odağına alan yapılar da bulunmaktadır.

Ekososyalistlerin devrimci ufku, her türlü iyileşmeyi reddedip ekolojik dönüşümü kapitalizm sonrasına ertelemeyi gerektirmez. Aksine, ekolojik yıkımın sebebinin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu akıldan çıkarmadan, gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü insani etkinliğin, insan-doğa ilişkisine dair kapitalizm ötesi bir anlayışla kurulması için uğraş verilmelidir. Çünkü ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçimi alması gerektiği yönündeki soyut siyasal hedef, ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle (bisiklet yolları, toplu taşıma, denize beleş girme gibi) ilişkilendirilmesi halinde gerçeklik kazanabilecektir.

*Atmosferde bulunan su buharı, karbondioksit, metan ve diazot monoksit gibi gazların miktarı arttıkça yeryüzü daha fazla ısınmaktadır. Bunun ana nedeni insan faaliyetleri etkisidir. Bu faaliyetler doğrudan ya da dolaylı olarak sera gazları salımına neden olabilir. Isınma, aydınlatma, pişirme, ulaşım, hayvancılık faaliyetleri ve endüstriyel süreçler sonucu atmosfere salınan eşdeğer karbondioksit miktarı günden güne artmaktadır. Bir bireyin, bir ülkenin veya bir kuruluşun sürdürdüğü faaliyetler sonucu atmosfere saldığı sera gazlarının karbondioksit cinsinden karşılığı karbon ayak iziolarak adlandırılır. (http://climatechange.boun.edu.tr/karbon-ayakizi/) 

Kaynaklar:

Kızıl-Yeşil Bir Perspektif: Ekososyalizm – Nazen Şansal, Argasdi 48. Sayı

Kıbrıs’ta ÇevrEkoloji Mücadelesi – Nazen Şansal, Özne dergisi, Ekoloji Sayısı