Albastı Garısı ve Loğusalık – Şifa Alçıcıoğlu

Her canlının kaderi ortaktır. Dünyaya gelir, yaşar ve ölür… İnsanlar için doğum ve ölüm her zaman kutsal adledilmiş, yaşama atılan ilk ve son an, kutlama ve anma törenleri gibi seremonilere sahne olmuştur. Eski çağlardan günümüze değin, bu iki olguya sıkı sıkıya sarılan insanlık; çeşitli inanışlar geliştirmiş, bulunulan coğrafyaya ya da topluluğun değerlerine göre farklı şekillerde uygulamalarla doğum ve ölüm kültünü, kültürünün bir parçası haline getirmiştir.

Özellikle doğum ve sonrasında kadınların yaşadığı loğusalık sürecinde yapılan bazı ritüellerin Kıbrıs’ın geçmişinde yer aldığını biliyoruz. Kötü ruhları uzaklaştırmak, yeni gelene şans dilemek, uğursuz kabul edilen loğusalık dönemini atlatmak hatta “Albastı Garısı” olarak tabir edilen manevi güçle savaşmak için bazı adetler gerçekleştirilmekteydi.

“Loğusaların mezarı kırk gün açık olur”

O uzun ve yorucu sürecin ardından nihayet doğum sancıları baş gösterdiğinde, ebenin doğumu başlatması ve ilk “ingaa” sesinin çıkması da yetmezdi doğuran kadının çilesini sonlandırmaya çünkü inanışa göre “loğusaların mezarı kırk gün açık olur”du.

Eski bir Türk inanışı olan “Albastı Garısı” (Türkiye’de ise bazı yörelerde Al karısı, Al kızı, albis gibi isimleri de vardır) loğusa kadınlara musallat olan kötü bir dişi varlık olarak tasvir edilir. Öyle ki musallat olduğu kişiyi delirtir, yeni doğanın canına kasteder, onları korkutur veya öldürürmüş. Hatta loğusa kadının ve bebeğinin ciğerini almaya çalıştığı bilinirmiş. Ta Sibirya’dan yola çıkarak Orta Asya’daki tüm Türk boylarına kadar yayılan ve ülkemizde de benimsenen Albastı Garısı’nın esasında loğusalık humması adı verilen hastalık olması ve bağışıklığı azalan yeni doğum yapmış kadında yüksek ateşle birlikte tüm vücudu sararak hastalanmaya yol açması onu bu korkunç tasvire dönüştürmüştür. Geçmiş yıllarda antibiyotik gibi ilaçların kullanılmaması da ölüm oranını yükseltmekte idi.

O yüzden loğusa kadın ve bebeği kırklanana kadar evde yalnız bırakılmaz, uyurken mutlaka yanlarında birisi olurmuş. Albastı Garısı denilen ve kimi tasvirlere göre dev anasına benzeyen bu kötü yaratığın anneyi bastırmaması için çeşitli ritüeller geliştirilmiş. Örneğin bebeğin üzerine kırmızı ya da hem kırmızı hem sarı tül örtmek, (kırmızı tülün Albastı Garısı’ndan, sarı tülün sarılıktan korunacağı inancı hakimmiş) ağzı açık makas ya da boncuk koymak gibi yöntemlerle bebeğin korunması sağlanıyormuş. Yatağın altına ya da başucuna konan süpürge veya bir demir parçası, iki kapı arasına yatmama, yastıklarının altına koyulan garacocco (çörek otu) ya da kömürden medet umuluyormuş.

Loğusa kadının odasına hapsolduğu ilk üç günden sonra hem Albastı Garısını kaçırtmak hem de kadının evinde güvenle gezebilmesi için bir ritüel gerçekleştirilmekteydi. Hem Kıbrıslı Türkler hem de Kıbrıslı Elenlerce uygulanan bu yöntem, evin duvarlarına çivit ya da kömür sürme inanışıdır. O dönem, tebeşir gibi satılan ve eritilince mavinin en derin renklerinden birine dönen çivitin koruyucu olduğuna inanılmaktaydı. Duvara çivit sürülmesi loğusa kadının yataktan kaldırılma ritüellerinden biridir aslında. Nenem de bu ritüeli yaptığını ebenin evin köşelerini makasla işaretledikten sonra onun da üzerinden kömürle aynı şekilde geçtiğini anlatmıştı. Her bölgede farklılıklar gösterse de bu yöntem tüm Kıbrıs’ta uygulanmaktaydı.

İnanışa göre tek sayılı günlerden birinde (3,5 veya 7) loğusa kadının yataktan kalkması gerekirdi ve çivitle işaretlenen alanlarda al basması gibi bir tehlike olmazdı artık. Ritüel farklı farklı işlenmektedir. Kimi yerlerde loğusa kadının eline bir dilim ekmek ve bir soğan verilir, kız çocukları ve kadınların da olduğu tören başlardı. Ebe kadın bir makasla ya da kömürle evin çeşitli yerlerini işaretler, arkasından bebeğiyle birlikte gelen loğusa kadın da bir parça kömürle ya da çivitle işaretli yerin üzerinden giderdi. Bu işaret çoğunlukla çarpı şeklinde olsa da üç nokta, elif işareti ya da Kıbrıslı Elense haç şeklinde olduğu söylenmektedir. Dışarı atılan soğanın sarılıktan kurtulmak için, kapı içine konan ekmeğinse çocuğun kısmetli olması için konulduğuna inanılırmış.

Bugünlerde bu gibi adetler yaşanmasa da bebeğin kırkı çıkana dek ziyaret etmeme, kırmızı tülle bebeğin üzerini örtme, çivit olmasa da nazar boncuğuyla bebeği koruma adetleri hala kullanılmaktadır.

Kadınlara kırk gün gibi ömür biçen bu “uğursuz dönem”de yapılan bu törenvari hareketler “Albastı Garısı”nı korkutur mu bilinmez; fakat yeni doğum yapmış olan kadının vücudunu toparlaması, hareket etmesi, bebeğini tanıması kısacası yeni hayatına uyum sağlaması gibi anlamlar taşımaktadır aslında. Bugün kadınların loğusalık problemleri çok daha farklıdır.  Birçok kadın hormonal değişimler nedeniyle depresyon belirtileri göstermekte, yeni bir yaşama adapte olmaya çalışırken yaşam kaygısı, ekonomik sıkıntılar, işten atılır mıyım korkusu gibi sorunlarla boğuşmaktadır.

Doğumla başlayan kader, ölümle son bulana değin, yaşamın tadına varmalı her canlı…Çivite boyanan evin köşelerinde güvenle can bulmaya başlayan yaşamın ilk tomurcukları, kayan bir yıldız misali yıldızı sönene dek doğumla ölüm arasında kendine bir yer bulmaya devam etmeli yaşam denilen bu araf yerde.

Kaynak:

Motif Akademi Halkbilimi Dergisi / 2013-2 (Temmuz-Aralık) (Kıbrıs Özel Sayısı-II), s. 118-127 Doğumla İlgili Bazı Âdetler Bağlamında Kıbrıs Türklerinin Etnik Kökeni Üzerine Düşünceler / G.Y. Abdurrazak Peler

Sözden Yazıya, Kuşaktan Kuşağa, Derviş Özer.

Kıbrıs Türk Halk Biliminde Ölüm, Tuncer Bağışkan.

Kuzey Kıbrıs Türk halk kültüründe geçiş dönemleri ve bunlara bağlı inanışlar, Dr. Fatih Balcı.