EXPRESS DERGİSİNDE YAYINLANAN RÖPORTAJ

* Annan Planı dönemi ardından, Kıbrıs yine Türkiye gündeminde. O zaman AKP ve onu destekleyen kesimler tarafından ‘kahraman’ olarak görülen, sempatiyle bakılan kitle ile, bugün ‘hain’ denilen kitle aslında aynı kitle değil mi?


Soruya cevap vermeden önce bir küçük hatırlatmada bulunayım. 2000’li yılların başında Kıbrıs’ın kuzeyinde ortaya çıkan hareketlilikler kitlesel mitingler Annan Planı’ndan biraz daha önce başlamıştır. Bankaların iflas etmesi ile birlikte kktc Meclisi kitleler tarafından basılmış ve o dönemki ismiyle Avrupa Gazetesi yazarlarının sudan gerekçelerle tutuklanması üzerine mitingler süreci başlamıştır. O tarihlerde 10-15 bin kişilik mitingler örgütlenebiliyordu. Ki Kıbrıs şartlarında bu çok yüksek bir rakamdır. UBP-TKP hükümetinin istifa etmesi ile durdurulamayan hareketlilik, kendini sendika, parti ve demokratik kitle örgütlerinin buluştuğu Bu Memleket Bizim Platformu çatısı altında ifade etmeye başlamıştır. Annan Planı’nın taraflara sunulması ve görüşme sürecinin hızlanması ile birlikte bu halk hareketliliği BMBP tarafından Annan Planı’na doğru yöneltilmişti. Yani hareketlenmenin nedeni Annan Planları değildi. Ama Annan Planları gibi somut hedeflerin ortaya çıkması ile birlikte kitleselliğin de katlanarak arttığını söyleyebiliriz. Annan Planlarının gündemde olduğu süreçte mitinglere katılan kitlenin 50-60 bin kişiye kadar yükseldiği söylenebilir.

Sorunuza dönersek; evet, 2000’li yılların başında AKP ve onu destekleyen kesimler tarafından kahraman olarak görülen kitle ile bugün “hain” denilen kitle temelde aynı kitledir. Küçük bir farkla ki Annan Planları döneminde ilkokul çağında olan çocuklar bugün gençlik çağlarını yaşamaktadırlar. Bu çocuklar “mitingler efsanesi” ile büyümüş ve 28 Ocak’ta meydanı dolduran 30 bin kişinin ağırlıklı bir kesimini teşkil etmektedirler.  Annan Planı mitinglerinin ana gövdesini oluşturan kitleler ise bazı sebeplerde (temelde CTP’ye küskünlükten) 28 Ocak’ta tam anlamı ile mobilize olmadılar. Ancak 28 Ocak’taki kitlesellik, CTP’nin kitle üstünde henüz hegomonya kurmamış olduğunun görülmesi ve AKP kurmaylarının son açıklamaları ile Kıbrıs’ta çok daha kitlesel eylemler beklenebilir. Tabii buna karşılık seçim partilerinin (TDP, CTP, DP), hükümetin (UBP) ve AKP’nin de planları vardır mutlaka. Gelişen süreçte neler olacağını hep birlikte göreceğiz.


* Türkiye yöneticileri ‘marjinal’, ‘Rumcu’, ‘provokatör’ grupları suçluyor. Siz peki kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 70’lerin sonu ve 80’lerde Kıbrıs’ın Kuzeyinde sol muhalefeti oluşturan kuşak 74 Kuşağı olarak adlandırılabilir mi? Sizin oluşturduğunuz kuşak da Annan Kuşağı olarak adlandırılabilir mi? (aynı zamanda bu konuyu araştırıp yazan biri olduğunu belirtiyoruz tabii!)


Gerek Türkiye’deki gerekse de Kıbrıs içindeki egemenler ve onların işbirlikçileri 1950’lerden beridir, kendilerini eleştiren her kesimi “Rumcu” olarak tanımlamışlardır. “Provokatör” ve “marjinal” sıfatları ise bu tanımlara CTP’nin sunduğu özgün bir katkı olarak değerlendirilmeli.

Açıkçası Kıbrıs’ta “Rumcu” sıfatının çok dar bir milliyetçi çevre dışında artık önemsenmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sıfat o kadar çok kullanıldı, o kadar suistimal edildi ki artık kimse tarafından ciddiye alınmıyor. Üstelik çok büyük bir kesim tarafından alaya dahi alınıyor. Marjinalllik ve provokatörlük ise dediğim gibi CTP’nin sürece özgün katkısıdır. CTP’ye göre en azından barajı geçecek kadar oy toplamayan hiçkimsenin demokratik hakkını kullanarak eylem yapmaması gerekir. Çünkü yapacağı eylemler “marjinal” eylemler olacak, üstelik CTP siyasaları ile çeliştiği veya bu siyasaları engellediği oranda da “provokatörlük” anlamına gelecektir.  Bu tam anlamıyla anti-demokratik ve hegomonyacı ve baskıcı bir anlayıştır.

28 Ocak mitinginde çeşitli talepler içeren pankartlar açılmıştır. Bunların oluşturduğu yelpaze “UBP hükümetinin uygulamakta olduğu paket”ten başlayarak; “UBP hükümeti”, “AKP hükümeti” ve “Ankara hükümetlerinin tümü”ne kadar uzanan bir çeşitliliktedir. Aslında sorunun temelinin Kıbrıslı Türklerin  siyasal, ekonomik her türlü iradesine Ankara hükümetleri tarafından ipotek konulmuş olması olduğunu herkes biliyor. Bunu bize marjinal diyen CTP de, “Rumcu” diyen AKP de biliyor. Bu durumun ifade edilmesinden AKP yapısal olarak rahatsızken, CTP de hükümete gelmesini imkansız kılacağı için “taktiksel” olarak rahatsız. Ancak geniş halk kitlelerinin böyle kaygıları olmadığı için Ankara’yı hedef alan pankartların arkasında ciddi bir birlik oluştu. Öyle ki benim de örgütlü bulunduğum Baraka kültür Merkezi’nin “Ankara Elini Yakamızdan Çek” pankartı bugün CTP’li kitlelerin temel sloganı haline gelmiş durumda. Tabii bunun konjonktürel bir şey olduğu yadırganamaz. Ancak “Ankara”nın temel sorunumuz olduğunun Kıbrıslı Türkler arasında marjinal bir fikir olmadığı da aklı başında hiçkimse tarafından reddedilemez.

Biz kendimizi devrimci olarak tanımlıyoruz. Kıbrıs halklarının hem kendi arasında hem de (Türkiye dahil) tüm dünya halkları ile kardeşliğini ayrıca da Kıbrıs’ın bağımsızlık temelinde yeniden birleşmesini savunuyoruz. En genel hatları ile siyasal bakışımız bu yöndedir.

Kıbrıs’ta kuşaklar üzerinden bir siyasal tarif yapmak gerekirse “Ankara”yı temel mücadele hedefi olarak tanımlayan kuşağın daha çok Annan Planı Kuşağı olarak tanımlanabileceğini söyleyebiliri. 74 kuşağı soğuk savaş döneminin, Kıbrıs’ta bölünmenin yarattığı sıkıntıların ve Denktaş baskısının en acımasız olduğu dönemlerin hatıraları ile damgalıdır. Belki de bu sebeplerden doğrudan doğruya Ankara ile dalaşmak yerine dolaylı taktiklere daha çok meyillidir. Bunların sonucu olarak da eylemlerin sürükleyicisi gençlerdir. Ancak bu tanımlar mutlak ve sızdırmaz tanımlar değil. Yıldırım Türker’in sevdiğim bir tabiri ile “bütün kuşaklardan sağ kalanlar kara kuşaktır”. Kıbrıs’ta Toplumsal Varoluş Mücadelesinin ana sürükleyicisi, bütün kuşaklardan sağ kalan bu kara kuşaktır işte.


* Türkiye yetkilileri sürekli olarak yüksek maaş, yılda 13 (hatta Çiçek 14 dedi!) maaş alındığı doğru mu? Geçim sıkıntısı olduğu yalan mı? Bir kamu çalışanı olarak, bu durumu anlatır mısınız?


Ben aynı zamanda bir kamu emekçisiyim. Yorum yapmadan önce olguları ortaya koyalım: Kıbrıs’ta kamu emekçileri arasında 14 maaş alan birisi yoktur. Evet 13 maaş olayı gerçektir. Ancak söylendiği gibi 10 bin TL maaştan söz edilemez. Kamuya girişte (kadrolu çalışanlar için) başlangıç maaşları 1250 (ilkokul), 1350 (lise), 1450 (üniversite) ve 1500 (öğretmenler) TL’dir. En yüksek maaş ise Cumhurbaşkanı’nın maaşıdır ki o da 8-9 bin TL aldığını açıkladı.

Kıbrıs’ın kuzeyinde çok ciddi bir geçim sıkıntısı vardır. Elbette bu geçim sıkıntısını Türkiye ile kıyaslayarak anlamaya çalışırsanız, Tayyip Erdoğan’ın mantığını aşmanız mümkün değildir. Bir kere Kıbrıs’ta benzin ve mazot fiyatlarının dışında neredeyse her şey Türkiye’den daha pahalıdır. Üstelik kamusal sağlık, eğitim, ulaşım ve barınma politikaları iflas etmiş durumdadır. Tarım ve hayvancılık (köy hayatı) neredeyse yoktur bu sebeplerle de kentsel yoksulluğu sübvansiye edecek bir feodal rezerv mevcut değildir. Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu orta sınıf veya küçük burjuva diye nitelenebilir. Ama zengin, rahat, tembel vs. diye nitelenemez.

Son 25 yıldır (1986 tarihihinde Özal ile başlayan) neo-liberal paketler ise mevcut durumu daha da kötüleştiren bir içeriktedir. Kamuda biraz önce sözünü ettiğim maaşlar son bir yılın içinde ciddi bir gerileme gösterdiği, emeklilik yaşı arttırıldığı ve birçok temel hak (fazla çalışma ödeneği vb.) geriletildiği halde şimdi hedeflenen, maaşlarda yeni bir kesinti dalgası, emeklilik yaşının bir kez daha yükseltilmesi ve her türlü ek menfaatin (yolluklar vb.) ortadan kaldırılmasıdır. Dahası kamuya kadrolu olarak girenler için söz konusu edilebilecek bu haklar, sözleşmeli, geçici, hizmet alımı gibi kategorilerde çalışanlar için zaten mevcut değildir. Son 3 yıldır kamuya kadrolu istihdam yapılmadığını söylersem, kamudaki çalışanların durumunu belki daha net ifade etmiş olurum. Bugün AKP kurmaylarının sözünü ettiği gelirler kadrolu çalışanlar için bile geçerli değilken, kamuda kadrolu çalışmanın giderek bir istisna haline geldiği gerçeği düşünüldüğünde tam bir yalan haline dönüşmektedir.

Diğer yandan 28 Ocak’ta gerçekleşen Toplumsal Varoluş Mitingi’ne sadece kamu emekçileri değil halkın neredeyse her kesimi katılmıştır. 12 bin kamu emekçisinin olduğu bir ülkede 30 bin (bazı kesimlere göre 40 bin) kişilik bir mitingten söz ediyoruz. Bu kitlenin içinde emeklilik yaşının arttırılmasından, maaşların düşürülmesinden, sendikal hakların geriletilmesinden etkilenecek liseli ve üniversiteli gençler vardır. Bu kitlenin içinde sağlık ve eğitim politikalarının neredeyse tamamen özelleştirilmesi sonucunda kendilerine dayatılan toplumsal rolleri gereği daha fazla ezilen kadınlar vardır. Bu kitlenin içinde Türkiye’den dayatılan ekonomik politikalar sonucunda kitleler halinde iflas eden esnaflar vardır. Bu kitlenin içinde son üç yıldır neredeyse hiç artmayan asgari ücret ve sürekli düşen kamu maaşları yüzünden, kendi maaşları ve hakları gerileyen özel sektör çalışanları vardır. Bu kitlenin içinde neredeyse bitmiş olan tarım ve hayvancılığın son temsilcileri vardır. Bu kitle nerdeyse Kıbrıslı Türk halkının en çok canı yanan kesimini temsil etmektedir.

Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde uygulanmaya çalışılan politikalar ekonomik, dinsel ve siyasal tepkiler üretiyor. Telefon Dairesi’nin özelleştirilmesi, Elektrik Kurumu’nun (üretim, dağıtım ve faturalama) özelleştirilmesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin özelleştirilmesi, tarımsal üretimi destekeleyen son kurum olan Kooperatif’in Kıbrıslı Türklere ait en önemli değer olan bankası ile beraber özelleştirilmesi gündemdedir. Tüm bunlar Kıbrıslı türkleri çok endişelendiriyor. Üstelik bugün kktc’de okuldan fazla cami vardır ve son pakettte onlarca cami daha yapılması, Kur’an kursları düzenlenmesi, külliye yapılması gibi hedefler konulmuştur. Kıbrıslı Türklerin kendilerine özgü bir din algılayışları ve pratikleri vardır. AKP’nin temsil ettiği İslam’ın sünni yorumu bizim yaşam tarzımıza uygun değildir. Bunun baskıcı ve dayatmacı bir şekilde uygulanması da varlığımıza yönelik ciddi bir tehdit olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasal açıdan ise Kıbrıslı Türkler artık kendi kendilerini yönetmek, kendi yanlışlarını yapıp kendi doğrularını bulmak istiyorlar. Ankara’dan vesayet alan, “mühür kimdeyse süleyman o dur” anlayışına dayalı, dıştan güdümlü bir topluluk olmak istemiyorlar. Nüfus yapısının değişmesinden, siyasal erkin ellerinden kaymasından, bir halk olarak sürekli aşağılanmaktan rahatsızdırlar.

Kısacası Kıbrıslı Türkler saygın, eşit ve onurlu bir halk olarak var olmak, Türkiye egemenlerinin (ister iyi ve doğru isterse de yanlış olsun) talimatları ile idare edilmemek istiyorlar. Ve bunun maaşların kaç para olduğundan öte bir siyasal anlamı vardır. Bugün Kıbrıs’ta yaşam standardı Türkiye’de olduğundan daha iyidir. Umarız ki Türkiye emekçilerinin mücadelesi ile bu standart Türkiye’de de daha iyi olacaktır. Ancak onurlu ve Türkiye’ye kafa tutan bir idare altında Kıbrıslı Türkler çok daha olumsuz bir yaşam standardına razıdırlar. Türkiye’nin hem “ben yöneteceğim” hem de “yaşam standardınızı aşağıya çekeceğim” şeklindeki yaklaşımı ise öfkeden başka bir duygu doğurmamaktadır.

Bu bağlamda şunu da eklemek istiyorum, Türkiye’de Kıbrıslı Türklerin maaşlarının konuşulmasından, Tayyip Erdoğan’ın kameralar önünde başbakanımıza maaşını sormasından, Cemil Çiçek’in Kıbrıs’ı Türkiye’deki belediyelerle karşılaştırmasından, AKP kurmaylarının “paranızı biz veriyoruz” şeklindeki açıklamalarından “besleme” sözünden dolayı oluşan hava Kıbrıslı türklerin onurunu zedeliyor. İster maaşlarımız yüksek olsun isterse de düşük olsun. Açıkçası bu kimseyi ilgilendirmez. İster yaşam standardımız yüksek olsun isterse de düşük olsun bu da kimseyi ilgilendirmez. Biz miting yapıp Türkiye’ye “daha çok para gönder” deseydik, o zaman Türkiye yöneticilerinin maaaşlarımızı konu yapmaya hakkı olurdu. Oysa Türkiye yöneticilerinin rahatsız olduğu taleplerimiz “Ankara Ne Paranı, Ne Memurunu ne de Paketini İstemiyoruz”, “Ankara Elini Yakamızdan Çek”  şeklindedir. Sana “paranı istemiyorum” diyen bir topluluktan rahatsız olup ondan sonra da ne kadar çok para gönderdiğini sayıp dökmek gerçekten körleri sağırları oynamaktır.


*  Rum bayrağı meselesi?


“Rum bayrağı” olarak nitelenen bayrak Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağıdır. Mitingte bazı kesimler tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti Bayrağı açıldığı doğrudur. Bazı kesimler tarafından da Türkiye ve kktc bayrakları açılmıştır. Siyasal olarak Kıbrıslı Türkler, içerisinde bulundukları sıkıntılı döneme dair çeşitli stratejiler geliştiriyorlar ve farklı kesimlerin stratejileri bizim kitlesel hareketimiz içinde tartışılıyor. Türkiye’ye “iyi bir yavru olmak ve anavatanımızın öğütlerini harfiyen uygulamak” gibi bir stratejiye sahip olanlar gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönerek orada var olan “haklarımızı” tekrar talep etmek gibi bir talep de söz konusudur. İşte ilk sözünü ettiğim kesim TC-kktc bayrakları açarken ikinci sözünü ettiğim kesim de Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı açmıştır. Ancak farklı fikirler bu kadarla sınırlı değildir. AB’ye girişi kurtuluş olarak görenler de “halkları kardeş ve bağımsız bir Kıbrıs”ı hedefleyenler de vardır. Biz Baraka olarak AB’yi de,  anavatan-yavruvatan ilişkilerini de Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüşü de olumlu veya istenir bulmuyoruz. Biz toprağı bütün ve bağımsız bir Kıbrıs’ta tüm dünya halkları ile eşit ilişkilere sahip olarak onurumuzla yaşamak istiyoruz. Ancak insanların kendi siyasal stratejilerini ifade etmelerinden de rahatsız değiliz. Fikrimizce ulusal bayrakların (hangi bayrak olursa olsun) açılması olumlu değilse de Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağını gerekçe göstererek Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı kurmaya çalışmak da hegomonyacı bir yaklaşımdır.

Açıkçası bu soruyu soran Vakit veya Akşam gazetesi olsa farklı bir cevap verirdim. Express’in ortaya çıkan tartışma başlıklarına dair Türkiye kamuoyunda bizim fikirlerimizin de duyulması niyetiyle sorduğunu bildiğim için böyle bir cevap veriyorum. Yoksa benim halkım kendi iradesini elde etmek için ayağa kalkmışken, benim karşı çıktığım bir siyasal strateji dahi olsa, kendi ülkesinin hegomonyacı, dayatmacı ve fetihçi algısına dair mücadele yürütmeyen bir egemen ülke temsilcisi tarafından, halkım arasında bulunan farklı fikirlerden birisine dair sorgulanmayı hakaret kabul ederim. Kıbrıslı Türkler Türkiye tarafından idare edilmek istemiyorlar. Bu bu kadar basit ve nettir. Türkiye’de bilinmesi ve savunulması gereken de budur. Nasıl ve ne şekilde bir idare kuracağımız bizim kendi aramızda hala yürüttüğümüz tartışmaların sonunda şekillenecektir. Ancak kuracağımız idarenin biçimi Türkiye’de beğenildiği için değil, farklı bir halk olduğumuz ve kendi kendimizi yönetme hakkına sahip olduğumuz için desteklenmek istiyoruz.


* 52 yıl önce de bir 28 ocak olayı var. İki 28 Ocak size neler çağrıştırıyor?


28 Ocak 1958 TMT tarafından tertiplenen bir komplodur. Bu komplonun baş mimarlarından birisi de Denktaş’tır. Gazetelerde verilen kasıtlı yanlış bilgilerle Kıbrıslı Türkler sokaklara dökülmüş, Türkiye ile bütünleşme ve TAKSİM taleplerinin kabul edildiği yanılgısına düşürülmüş ve İngiliz Sömürge İdaresi tarafından  ölümlere de yol açan bir şiddetle bastırılmışlardır. Daha sonra Denktaş’ın kendisi “bu şehitler bize lazım onlar sayesinde TAKSİM’i elde edeceğiz” diyerek ne kadar da biliçli bir manipülasyon gerçekleştirdiğini itiraf etmiştir. Aslında provokasyon diyebileceğimiz net olaylardan bir tanesi 28 Ocak 1958 olaylarıdır. Açıkçası 1950’lerin ortasına kadar Türk Dış Politikası ile uyum içinde ve kendi ifadeleri ile “adil İngiliz İdaresi’nin devamını” talep eden, İngiliz işbirlikçisi asalak yukarı sınıfımızın, İngiliz vesayetinden Türk vesayetine geçtiğini simgeleyen bir tarihtir 28 Ocak 1958. Oysa kktc egemenleri tarafından hala anti-emperyalist bir gün olarak anılmaktadır. O tarihte ölen, yaralanan insanlarımıza saygı bir yana, bu tarihte gerçekleşen olayların İngiliz Sömürge İdaresi ile koordineli olarak planlandığına dair bulgular da vardır. Kısacası Kıbrıs’ta ABD çıkarları ile uyum içinde hareket eden EOKA-Yunanistan bloğunun karşısında İngiliz çıkarları ile uyum içinde hareket edecek bir Türkiye-TMT bloğunun örgütlendirilmesi girişimidir 28 Ocak 1958.

Mitingin tarihini 28 Ocak 2011 olarak belirleyen Sendikal Platform bence bu tarihsel arka planı görmezden gelerek, sağ kesimi de mücadeleye dahil etmek için gereksiz bir taktiksel manevra yapmıştır. Amaç “28 Ocak’ta İngiliz’e başkaldırdığımız gibi şimdi de Toplumsal Varoluşumuz için ayaklanıyoruz” ngibi bir mesajı bilinç altından vermekti. Oysa resmi çevrelerde övülüyor dahi olsa 28 Ocak 1958 halkımızın kolektif bilinçaltında olumlanan bir tarih değildir. Birisi parçalı da olsa çeşitli talepler çerçevesindeörgütlenmiş gerçek bir halk hareketi iken, diğeri halkın galeyana getirilerek kutlamaların kana bulanması olayıdır. İki 28 Ocak arasında herhangi bir ilişki kurulması bence mümkün değildir.


* 50’li yıllarda da “Rumcu, solcu” diye insanlar suçlanıyordu. Amaç Rum – Türk ortak sınıf mücadelesini engellemek miydi? Cemil Çiçek, “biz pankartı açanlara değil, ona müdahale etmeyen kardeşlerimize kırgınız” derken aslında tehlikeli, bir provokasyona yol açabilecek, bir konuşma yapmış olmuyor mu? Kıbrıslı gençler olarak Türkiye kökenli gençlerle ilişkileriniz nasıl? Protestoya katılan Türkiye kökenli insanlardan söz edebilir miyiz?


Böl – yönet taktiği her zaman egemenlerin çantasında bulunan, binlerce yıllık baskı tarihinden süzülerek gelmiş etkin bir taktiktir. Kıbrıs bu bakımdan zengin deneyimlere sahip bir uygulama coğrafyasıdır. 1940’lardan başlayarak sendikaların etnik temelde ayrılması, daha sonra Türklük – Elenlik temeldinde bir ayrışma ile adanın bölünmesi tarihsel örneklerdir. Güncel olarak ise kamu emekçileri ile özel sektör emekçileri arasında ayrımlar yaratılmaya çalışılıyor. Veya var olan farklılıklar büyütülmeye çalışılıyor diyelim. Bu stratejinin gelinen süreçte başarısız olduğu görüldü. 28 Ocak mitingine özel sektör ve esnaftan çok ciddi bir katılım gerçekleşti. Şimdi sizin de vurguladığınız gibi “Türkiyeli-Kıbrıslı” ayrımı, çatışması yaratmaya çalışıyorlar.

Öncelikle 28 Ocak mitingilen katılmış çok ciddi sayıda Türkiye kökenli göçmen insandan söz etmek gerekiyor. Türkiye’den Kıbrıs’a yerleşmiş ve geleceğini Kıbrıs’ta gören kitle de gerek ekonomik, gerek siyasal gerekse de dini olarak AKP’nin politikalarından rahatsızdır. Bu bağlamda sendikaların bu mücadeleyi yürütürken yapay farklılıkların oluşmasına izin vermemesi çok önemlidir.

İkincisi bir “Türkiyeli-Kıbrıslı” çatışmasının AKP’ye ne kadar yarayacağı tartışmalıdır. Böylesi bir sürece girilirse, pandoranın kutusu açılırsa, çağırdığı şeytanlara hükmedemeyebilir AKP ve sonuçta da Türkiyenin Kıbrıs’taki etkinliğinin tamamen sona ermesi bile söz konusu olabilir. Kıbrıs herhangi bir coğrafya değil ve buradaki faktörler o kadar varyasyona sahip ki, ABD ve İngiiltere gibi emperyalist sömürgecilikte uzman özneler bile zaman zaman kontrol edemeyecekleri güçleri açığa çıkartarak sıkıntılı dönemler geçirdiler.

Ancak elbette sonuç ne olursa olsun bize göre Türkiye’den göç etmiş kitle de Kıbrıslı Türk halkının bir parçasıdır. Halkımızın içten bölünmesi, Türkiye için olumsuz sonuçları olur veya olmaz, her halükarda bizim için olumsuz olur. Biz Baraka olarak göçmenlere yönelik dışlayıcı değil kapsayıcı bir politik hatta sahibiz. Kıbrıslılık adına Türkiye kökenli insanları dışlayan yaklaşıma olumsuz bakıyor ve eleştiriyoruz. Diğer yandan bünyemizde ciddi oranda 2. Kuşak göçmen genç vardır. Ancak bunlar Kıbrıs’ın bütününü etkileyebilecek şeyler değil. Göçmen kitleler ile daha kitlesel temelde bir bütünleşme gereklidir. Bu sadece Baraka’nın yapabileceği bir şey değil. Bu sendikaların, partilerin, demokratik kitle örgütlerinin ciddi ciddi kafa yorması gereken bir şey. Üstelik salt AKP bu kitleyi üzerimize saldırtmasın kaygısından dolayı da değil, Kıbrıs’taki emekçi kesimin çok büyük bir çoğunluğu da göçmenlerden oluştuğu için…

Açıkçası toplumsal muhalefetin Türkiye’li göçmenlere yönelik özel bir olumsuz yaklaşımı yok. Ama yeterli bir olumlu yaklaşımın da varlığından söz edemeyiz. Özellikle günlük hayatta göçmenlere yönelik yanlış tavır ve yaklaşımların değiştiirlmesi için önemli bir ideolojik-politik çaba gerekiyor. İdeolojik olarak emek-insan temelli bir kardeşlik vurgusu, ırkçılık, milliyetçilik karşıtı bir kültür ve devlet ile insanı birbirinden ayırmayı hayati önemde gören bir hassasiyeti egemen kılmalıyız. Politik açıdan ise Türkiye’den göçederek Kıbrıs’a yerleşmiş kitlelerin ekonomik-demokratik sorunlarına odaklanan bir hattı örmeliyiz. Eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma hakları başta olmak üzere; TC Elçiliği’nin yarattığı baskıcı anti-demokratik havaya yönelik de açılımlar geliştirmeliyiz. Göçmen kitlenin “seni bir gecede evine gönderirim” tehtidi altında tutulması, yeni nüfus taşınmasına olduğu kadar var olan nüfusun adada eğreti durumda bulunması gibi olumsuzluklara karşı halkalr arası bir güven ve dayanışma ağının oluşturulması acil ihtiyaçlarımız. Yoksa Cemil Çiçek gibi sömürge bakanlarının yaratacağı provokasyonlara karşı savunmasız olmaya devam edeceğiz. Bize göre yeni bir Kıbrıs, geldiği yere, doğduğu ülkeleye, annesinin babasının kim olduğuna bakılmaksızın, geleceğini Kıbrıs’ta gören, emeği ile yaşayan onurlu insanlar tarafından inşa edilecektir.


* Ankara para göndermese nasıl yaşayacaksınız diyenlere yanıt?


Kıbrıs’ta patates, narenciye, tütün, çilek, tahlı vb. binden fazla ekilebilir yenilebilir tarım ürünü vardır. Daha doğrusu vardı demek gerekiyor. Kıbrıs’ın kuzeyi 1974’ten hemen sonra alüminyum andolama fabrikalarından, plastik, boya vb. onlarca ürünü üretebilen muazzam bir hafif sanayi tesisleri kompleksine sahipti. Diğer yandan turizm ve tarih bakımından akdenizin sayılı ülkelerinden birisidir Kıbrıs. Kıbrıs daha 1980’lerin sonuna kadar İngiltere’ye, Irak’a, Suriye’ye mal satmaktaydı. Açıkçası Kıbrıs’taki üretimi bitiren, ülkemizdeki bütçe açığını yaratan ve bizi kendi parasına muhtaç hale getiren de Ankara’nın politikalarıdır.

Kıbrıs’a para göndermek ankara’nın kendi tercihi olmuştur. 1986 yılında Kıbrıs’a gelerek fabrikalarımızın kapatılması talimatını veren Turgut Özal’a üretim yapmadan nasıl yaşayacağımız sorulduğunda verdiği yanıt önemlidir: “Siz istanbul’un bir mahallesinden kalabalık değilsiniz. Bir şey üretmenize gerek yok, biz size para göndeririz.” Kıbrıs’taki mevcut üretimsizlik Kıbrıslı Türklerin tercihi değil Ankara’nın dayatmasıdır.  Bu durumun değişmesi de mümkündür. Kıbrıslı Türkler Ankara’nın para göndermesine muhtaç değildir. Tek isteğimiz ankara’nın bizi yönetme sevdasından vaz geçmesidir. Biz kendi kendimizi yönetmek istiyoruz.

Diğer yandan “Ankara para göndermezse nasıl yaşayacaksınız” diyenler, bizi çok düşündükleri veya bizim için çok kaygılandıkları için değil; bizi yönetme durumlarına gereçke yaratmak için bunu söylüyorlar. Oysa kendi kendini idare etmek isteyen bir halkın karşısında bu argümanların hiçbir geçerliliği yoktur. Nasıl istersek öyle yaşarız. Bu kimseyi ilgilendirmez. Bu bizim sorunumuzdur.


* Nasıl bir Kıbrıs istiyorsunuz?

Onurumuzla kendi kendilerimizi yönetmek istiyoruz. Barış istiyoruz, demokrasi istiyoruz. Dünyanın tüm halkları ile eşitlik temelinde ilişki istiyoruz. Saygı istiyoruz. Elbette eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma haklarımızı ve özgün sosyal yaşam tarzımızın devamını da istiyoruz. Asimile olmamak Kıbrıslı Türk olarak varlığımızı devam ettirmek istiyoruz.

Bunun nasıl mümkün olacağı konusunda daha önce söylediğim gibi çeşitli kesimler arasında farklı fikirler vardır. Kimi AB’ye girerek, kimi Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönerek, kimi merkezi yanı güçlü federasyon, kimi merkezi yanı zayıf federasyon yolu ile bunun mümkün olacağını savunuyor. Biz Baraka olarak bağımsız ve halkları kardeş bir demokratik halk federasyonu çatısı altında birleşmiş, toprağı bütün bir Kıbrıs istiyoruz. Ancak tüm bu taleplerin ortak noktası; ister Türkiye ister Kıbrıslı Elenlerden gelsin Kıbrıslı Türklerin kendi iradelerine sahip olma hakkı ve eşitlik özlemidir.

Kısacası barış istiyoruz.

 

Not: kktc bilerek küçük yazılmıştır.

Münür Rahvancıoğlu ile yapylan bu röportaj Türkiye’de yayınlanan Express dergisinin Mart sayısında yer almıştır.