Ayşe tatil bitti, evine dön!

 

Baraka Kültür Merkezi aktivisti Hasan Yıkıcı ile Yeni Yol dergisinin yaptığı söyleşi

Yeni Yol: Aslında Kıbrıs’taki miting ve Tayyip Erdoğan’ın çıkışı başta olmak üzere ardından yaşananlar Türkiye kamuoyu açısından da sürpriz oldu. Türkiye hükümeti tarafından ilk kez CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi) iktidarı döneminde dillendirilen paket tekrar gündemde. Tayyip Erdoğan ve AKP başta olmak üzere Türkiye’deki müesses nizamın tamamı ise söz konusu paketin uygulanması gerektiğinde hemfikir. Öncelikle bu paket tam olarak neleri içeriyor, nasıl bir Kıbrıs tasavvuruna sahip?

Hasan Yıkıcı : Bu paket aslında hepimizin aşina olduğu neoliberal politikaların Kıbrıs’taki yansımasıdır. Fakat Kıbrıs’ın, daha doğrusu KKTC’nin kendi özel durumu, yani uluslararası hukuk tarafından tanınmaması ve Türkiye’nin oradaki gayrı hukuki varlığından dolayı IMF ve Dünya Bankası’nın doğrudan uygulamayamadığı fakat T.C. Yardım Heyeti ve Türkiye Büyükelçiliği vasıtasıyla hayata geçirmeye çalıştığı neoliberal düzenlemelerdir. Bu paketin içeriği güvencesizleştirme, özelleştirme ve neoliberal politikaların daha da yerleşik bir hale getirilmesi. Farklı tarihsel nedenlerden ötürü KKTC’de çok daha şişkin olan kamu sektöründe öncelikle muazzam bir daraltmayı; ardından da ücretler, çalışma koşulları, sendikal haklar ve sosyal güvenlikle ilgili kazanılmış hakların tasfiye edilmesini hedeflemektedir.

Bu paketin uygulanışı ise T.C. Yardım Heyeti aracılığıyla oluyor. T.C. Yardım Heyeti her sene Türkiye’den gelen paranın nerelere aktarılacağına karar vermektedir. Bunun dışında Türkiye büyükelçiliğiyle birlikte ekonomik anlaşmaların uygulanmasını denetliyor. Bu paket ilk olarak CTP hükümeti zamanında gündeme geldi, hatta bir maddesi de sosyal güvenlik yasası olarak aynı dönemde meclisten geçmişti. Kuşkusuz son eylemlerle kıyaslanamasa da o zaman bu yasa CTP’nin solunda olan bağımsız sendikaların ile siyasi örgütlerin tepkisine neden olmuştu. Fakat kendisine sol diyen bir parti, CTP neoliberal paketin bir maddesini meclisten geçirmişti. Bu durum hem CTP’nin tarihsel olarak geldiği noktayı gösteriyor, hem de KKTC’deki hükümetlerin AKP ya da Türkiye’den gelen paketleri uygulamama şansının olmadığını gösteriyordu. CTP’nin erken seçim kararı almasında diğer nedenlerin yanı sıra bu paketinde bir etkisi oldu. Seçimlerde ise UBP (Ulusal Birlik Partisi) ve aynı zamanda Derviş Eroğlu AKP’ye rağmen kazandı. Çünkü AKP, CTP ve Talat döneminde adada daha rahattı, sözü daha çok geçiyordu. Bu durum Türkiye’de özellikle Ergenekon ve benzeri davalar aracılığıyla gündemde gelen ulusalcılar ve liberaller arasındaki kapışmanın Kıbrıs ayağını oluşturmaktaydı. Dolayısıyla Erdoğan ve AKP, Eroğlu ve UBP’nin seçilmesinden çok rahatsız oldu.

Pakete geri dönecek olursak, asıl mesele tüm dünyada olduğu gibi başta emeklilik olmak üzere sosyal güvenlikle ilgili hususlar. Buna göre emeklilik yaşı 60’tan 65’e çıkıyor. Aynı zamanda sendikal haklar da hayli budanarak yeniden düzenleniyor. UBP döneminde geçen ve bizim Kıbrıs’ta ‘göç yasası’ olarak adlandırdığımız değişiklik kamu sektöründe çalışan insanların maaş ve özlük haklarının yeniden düzenlenmesini öngörüyordu. Özetle, Kıbrıs’ta kamu sektöründe 2009-2010 itibariyle çalışmaya başlayacak olanların ücretlerini eskiye oranla yarı yarıya azaltılmasını öngörüyor bu değişiklik. Aynı zamanda uzun vadede sendikaların toplu sözleşme haklarının da kısıtlanmasını hedefliyor.

Neoliberal yapısal dönüşüm paketleri her zaman hantal-bürokratik bir devlet aygıtının üretken olmaması gerekçesi öne sürülerek meşrulaştırılır. Fakat az önce senin de bahsettiğin üzere Kıbrıs’taki ekonomik ve toplumsal yapının üretken olamamasının öznel nedenleri söz konusu. CTP döneminde bu paket ilk gündeme geldiğinde öngörülen neoliberal düzenlemeleri Türkiye’den bağımsız olmanın bir aracı/yolu olarak görenler dahi vardı. Bugün gerek Türkiye’de, gerekse de Kıbrıs’ta söz konusu paketi savunanlar bu noktada nasıl bir yaklaşıma sahip?

Bu paket Kıbrıs’ı Türkiye’den bağımsız kılmanın bir aracı değil, aksine tam tersi bir etkiye sahip. Başta inşaat sektörü olmak üzere belli başlı merkezi ticaret noktasında Türkiye sermayesinin önündeki engellerin kaldırıldığı, Kıbrıs’a çok daha kolay akabileceği bir ortam yaratılıyor. Bu Türkiye’nin bugüne kadar olan kültürel ve ideolojik hegemonyasına ek olarak gerek üretim ve ticaret ilişkilerinde Türkiye burjuvazisinin kat be kat daha üstün bir şekilde varolmasının önünü açacak bir ortam. Bunun anlamı Türkiye’den gelen nüfusla birlikte kültürel ve sosyal dokunun parçalandığı bir ortamda ticaret burjuvazisinin Türkiye’den KKTC’ye gelerek halihazırda varlığını sürdürmeye çalışan küçük esnafı ortadan kaldırmasıdır. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyinde 1955’ten beri süre giden bir politika söz konusu. Nasıl ki Türkiye’de Ermenilere ve Kürtlere karşı sistematik bir asimilasyon politikası var; daha KKTC bile kurulmadan, 1955’lerden itibaren Türkiye devletinin resmi politikası haline gelen bir Kıbrıs Türklerini asimile etme politikası söz konusu. Önce askeri kontrol ve kendi yeraltı kontrgerilla örgütünü yaratarak, ardından 1974’te KKTC’nin kurulmasıyla birlikte bizim Kıbrıs’ta ‘suni refah’ olarak adlandırdığımız ortam içerisinde nüfusu, eğitim sistemi, medyası ve diğer veçheleriyle sistematik bir asimilasyon politikası vardır. Bu anlamda uygulanmakta olan bu ekonomik paket bir yandan tüm dünyada uygulanan yapısal uyum programları ve neoliberal politikalardır, öte taraftan ise halihazırda süren asimilasyon politikalarının bir başka veçheye bürünmesi, katlanarak aşama kaydetmesidir.

Buradan diğer noktaya değinelim, ‘suni refah’ ortamı ve kamu sektörünün şişkinliği. Hepimiz biliyoruz ki 1974’te ada bölünmeden önce Kıbrıs’ta gerek narenciyesi ve tarımıyla, gerekse de küçük sanayisiyle muazzam bir üretim süreci vardı. 1980 darbesinden sonra Özal iktidarıyla birlikte neoliberal dönüşüm keskin bir şekilde adada da uygulanmaya başlandı. 1980’lerin ortasında Turgut Özal Kıbrıs’a gelir ve yaptığı konuşmada iki şeyi vurgular: Turizm ve tarım. Halbuki o dönem Türkiye’de bile olmayan sanayi altyapısı adanın hem kuzeyi hem de güneyinde mevcuttur. Sadece kuzeyi düşünürsek borudan cama, camdan betona kadar birçok küçük sanayi mamulü Kıbrıs’tan Türkiye’ye ihraç ediliyordu. Aynı zamanda Türkiye sanayicileri bizzat gelip Kıbrıs’tan satın alıyorlardı. Hem ticaret hem de üretim vardı. Başta Omorfo, Mağusa ve Lefkoşa olmak üzere adanın önemli şehirlerinde bir sanayi vardı. Turgut Özal adaya geldiğinde açık bir şekilde ‘Üretmeye gerek yok. Siz üretmeyin biz size para yollarız, siz de bununla yaşarsınız’ demiştir. Özal’ın ziyaretinin ardından sanayi hızla tasfiye edilmeye başlandı. Ardından Türkiyeli sanayiciler sanayi altyapısını ve üretim araçlarını parça parça söküp Türkiye’ye taşıdılar. Bu noktadan itibaren Kıbrıslı Türkleri üretimden koparma, mülksüzleştirme ve geleceksizleştirme politikaları başlamış oldu. Bütün bu süreç bir yandan kendi öznel koşulları içerisinde Kıbrıs’ı Türkiye’ye daha fazla bağımlı kılarken, ada halkının kendi geleceği üzerine söz söyleme ve üretme kapasitesini ortadan kaldırırken öte yandan da neoliberal politikaların başlangıcı anlamına geliyordu. Üretimin bitirilmesiyle muazzam bir kamu sektörü de yaratıldı. 1980’lerin ortasından bugüne kadar Türkiye’nin izlediği ekonomik ve siyasal stratejiyi bu şekilde özetlemek mümkün. Bu durum kuşkusuz KKTC yurttaşlarının kendi belirledikleri bir yörünge değildi.

Askerinle birlikte bir ülkeye geliyorsun ve orayı işgal ediyorsun, o da yetmiyor o ülkenin halihazırda varolan üretimini de yok edip kendine bağımlı kılarak orada muazzam bir kamu sektörü yaratıyorsun. Buradaki insanlara ‘üretmenize gerek yok, biz size para vereceğiz’ diyorsun. Neden? Çünkü stratejik çıkarlar ve hedefler söz konusu. Vakti zamanında NATO genel sekreterinin Turgut Özal’a ‘Türkiye isterse askerini çeksin, adadaki asker NATO’nun askeridir’ dediğini unutmayalım. Türkiye’nin çıkarları da NATO’nun temsil ettiği emperyalist güçlerin çıkarlarının bir parçası olarak şekilllenmiştir. Türkiye ordusu NATO gibi bir savaş örgütünün, ABD’nin çıkarlarını savunan bir taşeron olarak adadadır. Bu nedenle bugün Kıbrıs’tan yükselen slogan ‘Ankara elini yakamızdan çek!’ Bu sloganın anlamı şudur: ‘Türkiye bırak biz üretelim, kendi yağımızda pişelim!’ Bu aynı zamanda Yunanistan ve İngiltere için de geçerlidir. Adanın güneyinde hala İngiliz askeri üsleri var, bu üsler İngiliz toprağı.

Tam bu bağlamda Türkiye’de bu konu konuşulurken sık edilen laflardan biri de ‘kumarhane ekonomisi’ tabiri oldu. İktisadi boyutunu konuşurken bunu atladık…

Evet, bu genel olarak göz ardı edilen bir nokta. Oluşturulan iktisadi yapı içerisinde Türkiye’de dönemeyen, daha doğrusu aklanamayan kara para KKTC’ye akıyor. Kıbrıs’ta otellerin açılmasının tek nedeni kumarhaneleri olmaları. Öyle ki otelin daha inşaatı sürerken kumarhanesi açılmış oluyor. Burada çok ciddi bir paradoks söz konusu. Türkiye sürekli ‘Biz size para yolluyoruz, siz bizim yolladığımız parayla geçiniyorsunuz’ diyor. Fakat burada bahsi geçmeyen bir nokta var. Aslında kumarhanelerden Türkiye’ye akan para Kıbrıs’a gönderdiği paradan kat be kat daha fazla. O para aslında önce Türkiye içinde dolanıyor ve kara para haline geliyor, ardından da Kıbrıs’taki kumarhanelere akıyor. Bu gerçek Türkiye açısından hiçbir zaman sorgulanmıyor. Türkiye kamuoyunda Kıbrıs ne zaman gündeme geliyor? Ya Rumlar birşey yaptığında ya da kumarhanelerle. Kanımca Türkiye’de resmi ideolojinin üç tane temel kırmızı çizgisi var: Ermeni meselesi, Kürt meselesi ve Kıbrıs meselesi. Bugün Egemen Bağış ‘Yemedik, içmedik Kıbrıs’a kendi ekmeğımizden kesip para yolladık’ diyor. Bunu övünerek söylüyor. Arkasından ise esas mevzuya geliyor ve ‘Bizim Kıbrıs’ta vazgeçilmez çok ciddi çıkarlarımız var’ diyor. Aslında Kıbrıs halkının Türk resmi ideolojisinin gözünde bir önemi yok.

28 Ocak’taki eylemin ardından AKP’nin açıklamaları son derece sert oldu. Başbakan işi Kıbrıslılara ‘besleme’ demeye kadar vardırdı. Ayrıca ‘Türkiye’nin çıkarları’ sadece Başbakan ve AKP’nin bütün önde gelenleri tarafından değil bütün müesses nizam tarafından defalarca vurgulandı. Bu tepki Kıbrıslılar arasında nasıl algılanıyor? Sence konjonktürel bir durum mu, yoksa kalıcı bir politika değişikliğine mi işaret ediyor?

Bu sorulara tam olarak cevaplayabilmek için önce Kıbrıs’taki hareketin içindeki temel eğilimlerin neler olduğuna bir bakmak gerekiyor. 28 Ocak’taki eyleme 30-35 bin arasında insan katıldı, 2 Mart’ta sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin bir eylemi daha olacak. Bu eyleme daha fazla insanın katılması bekleniyor. Bu hareketin içinde iki ana eksen var. İlki, bugün başımıza gelenlerin sorumlusu olarak AKP’yi görüyor. Bu görüşe göre AKP hükümeti olmasa bu sorunların hiçbiri olmayacak, Türkiye ile ilişkilerimiz daha iyi olacaktı. Benim de savunduğum diğer görüşe göre ise Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşananlarının nedeni salt AKP değil. Hiç kuşkusuz AKP’nin Türkiye’de yarattığı siyasal ve toplumsal atmosfer içerisinde bu tür saldırılar çok daha kolay ve bel altı bir şekilde gerçekleşiyor. Fakat sorunun güncel olduğu kadar tarihsel bir bağlamı da söz konusu. Aslında bütün mevzu ‘Ankara elini yakamızdan çek!’ cümlesinin sloganlaşması. Bu vesileyle sorduğunuz soruya geri dönersek belki de Erdoğan’ın kendini bir padişah olarak görmesi, belki de Türkiye toplumunda AKP’ye alternatif bir gücün ortaya çıkamamasından dolayı bu kadar rahat aşırıya kaçabiliyor, bel altı vurabiliyorlar. İşte ‘Siz beslemesiniz, yavrusunuz’, ‘Parayı biz gönderiyoruz, susun oturun’ diyebiliyorlar. Fakat bu sözler aynı zamanda Türkiye’deki resmi ideolojinin bilinçaltının dışavurumudur. Resmi ideoloji nasıl zamanında Kürtleri ‘kart kurt’ diye tanımlıyorsa ya da Ermenileri yok sayıyorsa -ki ben o resmi ideolojinin çok da değişmediğine inanıyorum- bu pankartın ardından yaşananlar da aynı zihniyetin bir ürünüdür.

Türkiye bugün bir KKTC’yi bir ilçesi, belediyesi gibi kurguluyor. Türkiye Büyükelçiliği ya da T.C. Yardım Heyeti herhangi bir ülkede olduğu gibi değil tamamen Türkiye’nin politikalarının adada hayata geçiren aygıtlar olarak hareket ediyor. Ne bir parti başkanı ne de devlet yöneticisi olmamasına rağmen Tayyip Erdoğan’ın Talat’ı çağırmasının nedeni halihazırda Eroğlu’ndan duyduğu rahatsızlık ve aslolarak Talat’ı desteklemesidir. Bu görüşmede aslında Talat son derece net bir mesaj verdi. Demeye getirdi ki ‘benim dönemimde ne alanlarda bu kadar insan vardı, ne de pankartlara yansıyan böyle rahatsızlıklar söz konusuydu.’ Haliyle Erdoğan’da ensesini okşayarak Talat’ı Kıbrıs’a geri gönderiyor.

Bu noktada siyasal haritadan biraz bahsedebilir misin? Kıbrıs’taki siyasal aktörler Türkiye sosyalist solunda dahi çok iyi bilinmiyor. CTP’nin değişen bir pozisyonu var, giderek AKP’ye yaklaştı. UBP, Türkiye’de resmi ideolojinin çizdiği çerçeveye en yakın partiyken şimdi konjonktürel olarak Türkiye’yle arasında bir gerilim var. Keza oğul Denktaş’ın partisi DP (Demokrat Parti) için de geçerli bu. Bu cenahın tabanında nasıl bir gerilim yaşanıyor? Hem paket meselesi, hem de mitingin ardından Türkiye ve Erdoğan’la oluşan gerilim nasıl izler bırakıyor?

CTP, Sovyetlere yani SBKP’ye bağlı bir partiydi, onun emirleri doğrultusunda hareket ediyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından SBKP’ye bağlı dünyadaki diğer partiler ya milliyetçiliğe ya da liberalizme savruldu. CTP ise liberalizmi tercih etti, daha doğrusu Kıbrıs’ın kendine özgü koşulları içerisinde şekillenen bir tür sol liberalizmi. Diğer taraftan 1990’lar boyunca adada UBP’nin sözü geçerliydi. Bu Türkiye’deki siyasal dengelere bağlıydı aslında. Türkiye’de bildiğimiz egemen ideoloji anlamında Kemalizmin hakim olduğu bir dönemdi bu. Dolayısıyla UBP’ye ihtiyaç vardı. Fakat 2000’lerle birlikte gerek Annan Planının gündeme gelmesi gerekse de Türkiye’de esen AB rüzgarının Kemalist ve liberal-muhafazakar kesimleri peşinden sürüklemesi Kıbrıs’taki ana aktörlerin değişmesine neden oldu. Tarihsel geleneğine aykırı olduğu için UBP’nin bir AB vizyonu yoktu ve yeni döneme cevap veremiyordu. Adanın kuzeyinde bu boşluğu doldurabilecek tek büyük parti CTP’ydi. Sonuç olarak AKP ile CTP arasında bir yakınlaşma oldu. Sonuç olarak AKP, CTP’yi iktidara getirdiği ve AB’ye üyelik vizyonunu belirlediği için ‘sipariş’ diplomasisi kaçınılmazdı. Yani CTP’nin AKP’nin siparişlerini yerine getirmemek gibi bir şansı yoktu. AB üyelik kriterleri nedeniyle Türkiye, Kıbrıs sorununu arkasında bırakması gerektiği için CTP AKP’nin ekseninde hareket etmeye başlarken UBP ise yine Türkiye’deki ayrışmalara paralel olarak buradaki daha geleneksel Kemalist ve ulusalcı kesimlere yakınlaştı. Eroğlu ve UBP’nin tekrar başa gelmesi ise Türkiye’deki ulusalcı cenahın İslamcı-liberal kesime attığı bir gol olarak algılandı. Eroğlu ve UBP’nin Erdoğan ve AKP’ye rağmen hükümet olduğunu söylemek gerekiyor. Bu durumu salt düz bir mantıkla değerlendirmek doğru değil. Her zaman Türkiye’nin her dediği olacak diye bir kaide yok. AKP ile UBP arasında hem çatışma hem de karşılıklı bir iletişim söz konusu. Serdar Denktaş’ın partisi DP ise geleneksel olarak UBP ile hareket etmiştir. Aslında politik olarak bir farkları olmasa da aralarında baba Denktaş’tan kaynaklanan bazı çıkar çatışmaları vardır. Bugün DP’nin geldiği nokta az önce bahsettiğimiz geleneksel Kemalist ve ulusalcı pozisyondur. DP bugün Kıbrıs’ta olup bitenlerin tek sorumlusu olarak AKP’yi görüyor. Bakış açısı sadece AKP ile sınırlı. AKP yerine CHP ya da bir başkası, kim gelirse gelsin böyle sorunların olmayacağını, böylesi bir paketin gündeme gelmeyeceğini düşünüyorlar.

UBP’den AKP’ye bir tepki gelmez, zaten gelemez de. İktidardan vazgeçmek istemedikleri için AKP’ye göbekten bağlılar. Mesela size çok trajik bir örnek vereyim. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz haftalarda Türkiye Büyükelçisi Kaya Türkmen görevden alındı ve yerine T.C. Yardım Heyeti Başkanı Halil İbrahim Akça getirildi. Akça, bu neoliberal paketi hazırlayan ve ‘Kıbrıs Türk halkı bu acı reçeteyi yutacak, Kıbrıs Türk halkını cezalandırmamız gerekir’ demiş biri. Eroğlu’nun Tayip Erdoğan’a bu adamı görevden alın diye yazdığı bir mektup söz konusu. Fakat mitingin ve açılan pankartların ardından Tayip Erdoğan kalkıyor, bırakın adamı görevden almayı Kaya Türkmen’in yerine büyükelçi yapıyor. Bu aslında bir siyasi darbe gibi, açık bir misilleme. Erdoğan açık açık ‘sen kimsin be adam’ diyor. Eroğlu da hiç geciktirmeden bu kararın altına imza atıyor. Halbuki Eroğlu çıksa ve ‘asıl sen kimsin be adam, ben bu ülkenin cumhurbaşkanıyım’ dese kahraman olur –tabi ki tırnak içinde.

Bu Genç Mücahitler ve benzeri grupların gücü ve etkisi nedir?

Türkiye’den aktarılan nüfus kaçınılmaz olarak adanın siyasi atmosferini de belirliyor. Bu Genç Mücahitler denilen grup aslında Türkiye’deki Ülkü Ocaklarıyla eşdeğer bir grup. Bunların arasında Türkiye’den gelen ülkücüler de var. Fakat UBP ile de ilişkileri var. Aslında memlekette Volkan diye bir gazete var. İsmini ise TMT’den (Türk Mukavemet Teşkilatı) önce kurulan bir yeraltı teşkilatından almaktadır. Bunlar TMT’nin o yeraltı, kontrgerilla teşkilatının bir devamı olarak görüyorlar. Başlarında Hasan Keskin adlı bir zatın olduğu bu grup geçmişte insan öldürmüş katillerden, ellerinde Kuran’la silah ve bayrak üzerine yemin etmiş azılı faşistlerden oluşuyor. Genç Mücahitler kitlesel halk hareketinin yükselişe geçtiği 2000’lerin başında karanlık güçler tarafından bilinçli bir şekilde ön plana çıkartılmış, özellikle Kıbrıslı Türkler nezdinde hiçbir toplumsal meşruiyetleri olmayan küçük bir gruptur.

‘Bu Memleket Bizimdir’ platformuyla başlayan, ardından Annan Planının gündeme gelmesiyle birlikte kitleselleşen bir hareketlilik yaşandı. Buna ilişkin bizim buradaki yorumumuz AKEL güneyden tam bir destek alamadığı için CTP iktidarı sonrasında bu kitle hareketinin soğrulduğu ya da sistem içi kanallarda tıkandığı yönündeydi. Şimdi yeni bir çıkış yakalanmış gibi görünüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ek olarak Tayyip Erdoğan’ın ‘besleme’ sözcüğü ile simgeleşen yoğun ideolojik politik saldırının kitle hareketi üzerindeki etkisi ne olacak?

Bu nokta kritik aslında çünkü bir önceki dönemdeki hareketin bir potansiyeli var. Birçoğumuzun bildiği gibi o hareket doğruca Annan Planı ekseninde ya da barış temelinde örgütlenmiş veya harekete geçmiş değildi. O dönemde bankaların battığı, insanların milyarlarca lirası birdenbire havaya uçtuğu bir dönemdi. 2000’lerin başındaki bu olaylar muazzam bir tepki yarattı. Meclis basıldı, meclisin bahçesinde arabaların yakıldığı bu dönemde radikal bir halk hareketi ortaya çıktı. Bu herhangi bir parti ya da cephenin öncülüğünde gerçekleşmiş bir hareket değildi. İnsanlar daha çok ekonomik talepleri ve kaygılarıyla harekete geçiyordu. Daha sonraki dönemde ekonomik kaygılar geri plana çekilirken Annan Planı, barış ve Avrupa Birliği gibi temalar ön plana çıktı ve sendikalar ile belirli siyasi partilerden oluşan ‘Bu Memleket Bizimdir’ platformu kuruldu. Söz konusu dönemde bu platform kendisini hareketin öncüsü ilan etti ve hareketin doğrultusunu bu platform belirledi. Süreç ilerledikçe CTP platform içerisinde ipleri eline almayı başardı ‘Annan Planına evet, Avrupa Birliği’ne evet, Barışa evet’ teması ekseninde mevcut halk hareketinin sırtına binerek iktidara geldi. Devasa bir dalganın iktidara taşıdığı CTP, gerek siyasal ufuk gerekse de talepler anlamında AB ekseniyle sınırlı ve aslında sınıfsal içeriğe sahip fakat devrimci taleplerle donatılmamış hareketi kapalı kapılar ardında boğmaya başladı. Geçmiş dönemlerde 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde sokağa çıkan CTP iktidardan olduktan sonraki ilk sene salonda kutlama yapmayı tercih etti, bir sonraki sene hiçbir şey yapmadı. Sadece birkaç siyasi grup ve sendika 1 Eylül’de sokağa çıktı. Sonuç olarak, üç dört sene içerisinde bu hareket hem siyasal ufkuyla soldan uzaklaştı hem de pratik olarak sönümlendi. Deyim yerindeyse bulut gibi dağıldı. CTP’nin iktidardan düşmesi ve UBP’nin gelişi, yeni neoliberal paketlerin gündeme tekrar, çok daha sert bir şekilde gelmesiyle birlikte yine ekonomik kaygılar zemininde yeni bir hareket oluşuyor. Demin bahsettiğimiz üzere asıl olarak ekonomik kaygılar üzerinde yükselen bu hareketin içinde iki farklı liderlik odağı oluşuyor. İlki saldırıları tamamen AKP iktidarına bağlayan bir yaklaşım ve içerisinde CTP’den tutun DP’ye ve Kamu-Sen gibi ulusalcılara kadar farklı kesimleri barındırıyor. Öte yandan ise bu neoliberal saldırının sınıfsal boyutuna teşhir etmeye çalışan ve sorunun kaynağını Türkiye’nin adadaki tarihsel varlığı ve resmi ideolojinin Kıbrıs sorunundaki bakış açısıyla açıklayan diğer bir odak oluşmaya başlıyor. Henüz bir halk hareketi olduğunu söyleyebilmek için çok erken, bunun akıbetini biraz da 2 Mart eyleminden sonra göreceğiz.

Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarının nasıl bir etkisi olduğuna gelirsek, bu durumu basitçe açıklamak lazım. Kıbrıs halkı içinde kimse bu tavrı içine sindiremiyor. Aksine sergilenen öfke ve nefret ‘Ankara elini yakamızdan çek’ sloganını daha da meşru bir politik tepki haline getiriyor. Parti ve sendika liderlerine gelecek olursak, bazıları AKP hükümetine karşı sert çıkışlar da bulunsa da çoğu aslında bu sloganın yanlış olduğunu ifade ediyor. Ne yazık ki aralarında ‘Bütün bunlar sizin yüzünüzden oldu!’ diyenler bile var. Bu durumun asıl nedeni CTP’nin merkez yönetiminin hala AKP’ye göbekten bağlı olması, AKP’yle ipleri koparamamış olmasıdır. Sol liberal veya tırnak içinde sol bir parti olsa da CTP tabanında bu slogana büyük bir sempati gösterildi. CTP’li arkadaşlarla ya da bazı yöneticileriyle görüştüğümüz zaman ‘O sloganın nesi var, en doğru sloganlardan bir tanesi’ diyebiliyorlar. Fakat CTP yönetimi Tayyip Erdoğan ‘Siz beslemesiniz, parayı biz veriririz siz de susar oturursunuz’ dediği zaman ses çıkaramıyor. Halbuki CTP tabanında ciddi bir öfke ve umutsuzluk söz konusu. Dolayısıyla önümüzdeki dönem siyasal önderliğin bileşimini değiştirebilecek gelişmelere ve sol içinde ciddi kopuşlara gebe bir dönemdir.

CTP liderliğini zorlayabilir yani…

Şimdiden zorlamaya başladı bile, fakat ileride nasıl bir hal alır tam olarak bilemiyorum. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyindeki en büyük sorun CTP’ye alternatif oluşturabilecek ciddi bir siyasi alternatifin olmamasıdır. Hem neoliberalizme karşı sınıfsal bir temelde mücadele yürüten, hem de adanın kuzeyindeki Türkiye egemenliğine karşı ciddi bir mücadele veren ve benzer bir şekilde ABD emperyalizmi ile AB ve Yunanistan’ın müdahalelerine de karşı koyan bir siyasal önderlik ne yazık ki yok. Küçük atılımlar var fakat bu girişimleri toplumda kökleşmiş birer siyasal özne olarak tanımlayabilmek mümkün değil. Bu sorunun geleceği söz konusu girişimlerin hareket içerisinde ne kadar kendilerini genişletebileceği ve kurucu bir öğe olarak oluşturabileceklerine bağlı.

Adanın güneyinde bir dayanışma eylemi gerçekleştirildi. Başta AKEL olmak üzere. Güneydeki tepkiler nasıl?

İki ya da üç gün önce Hıristofyas çıktı ve Kıbrıs Türklerinin yanında olduğuna dair bir açıklama yaptı. İki ya da üç gün önce Hristofyas çıktı ve Kıbrıs Türklerinin yanında olduğuna dair bir açıklama yaptı. Fakat bu tür açıklamalarla desteğini sunması yetersizdir. Kıbrıs’ın kuzeyinde az sayıda da olsa birileri TMT’nin geleneğinin yanı sıra Türkiye’nin adadaki varlığına ve dayattığı neoliberal politikalara karşı mücadele ediyorsa eğer güneyde hiçbir şey yapmadan sadece ‘Sizi destekliyoruz, aferin Ankara’ya başkaldırın’ demek abestir. Ne zaman ki AKEL ve adanın güneyindeki diğer sosyalistler hem Yunanistan ve İngiliz emperyalizmine hem de AB’nin neoliberal politikalarına karşı koyacaklar o zaman verdikleri dayanışma mesajarı daha anlamlı olacak. Ortak bir barış mücadelesinin ancak böyle bir gündem üzerinden yaratılabileceği kanısındayım. Özellikle adanın güneyinde EOKA’nın geleneğine karşı mücadelenin eksik olduğunu düşünüyorum. Güney Kıbrıs 15 Temmuz 1974 darbesiyle gerçek anlamda yüzleşmedi. Yunanistan’da Albaylar Cuntasını gerçekleştiren generaller teker teker hapishaneye atılırken Kıbrıs’ın güneyinde hala Nikos Samson’un veya Grivas’ın çocukları parti başkanı olarak güncel siyasette yer alabiliyor ve söz sahibi oluyor. Dolayısıyla bu özgüven ortamında ELAN gibi ırkçı örgütlenmeler ortaya çıkıyor ve hem göçmenlere hem de Kıbrıslı Türklere muazzam bir özgüvenle saldırabiliyor.

Kuzeydeki duruma benzer bir şekilde güneyde de AKEL’e karşı bir alternatif çıkmıyor yani…

Evet ama arada ciddi bir fark var. AKEL’in güneydeki hegemonyası çok daha kuvvetli, CTP hegemonyası tamamen kırılmasa da, ortadan tam ikiye bölünmese dahi farklı nedenlerden dolayı epey zayıfladı. Bugün CTP tabanından itirazlar yükseliyorsa bunun nedeni CTP iktidarı döneminde inatla sokağa çıkılmış olmasıdır. Size bir örnek vereyim. Tam tarihini hatırlayamıyorum, ya 2006 ya da 2007’deki 1 Mayıs’ta adanın güneyine geçtik ve işçi bayramını Rum yoldaşlarımızla beraber kutladık. Eylem esnasında güneydeki İşçi Demokrasisi’nden (Ergatiki Demokratia) arkadaşların AKEL karşıtı sloganlar atması üzerine derhal kortejin ön saflarından bir mesaj geldi: ‘AKEL karşıtı bu sloganları atmaya devam ederseniz sizi alandan çıkarırız!’ Fakat kuzeyde CTP iktidarı döneminde Türk bayraklarıyla kutlanan resmi 1 Mayıs’lara karşı bir tavır almayı ve işçilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin ayrı 1 Mayıs’ını örgütlemeyi başardık.

Paket karşısında özellikle sendikaların tavrı belirleyici olacaktır. Sendikal hareketin yapısı ve politik tutumu nedir?

Bu noktada üç farklı odaktan bahsedebilmek mümkün. Öncelikle Kamu-Sen veya Türk-Sen gibi sarı sendikalardan bahsetmek gerekiyor. Sınıfsal veya ekonomik taleplerden ziyade bu sendikaların öncelikli meselesi AKP karşıtlığıdır. Türkiye ve Kıbrıs’taki çeşitli siyasi partilerle ilişkileri nedeniyle tek dertlerinin AKP’nin yerine başka bir siyasal iktidarın gelmesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. İkinci olarak CTP’ye yakın, hatta CTP’ye bağlı diyebileceğimiz KTAMS ve Dev-İş gibi sendikalar bulunmaktadır. Bunlar da CTP iktidarı döneminde zinhar sesini çıkarmayan fakat CTP iktidardan düştükten sonra bir anda iktidara eleştirel kesilen sendikalar. Son olarak ise bağımsız bir sendikacılık pratiğini yeşertmeye çalışan KTÖS’ün başını çektiği bir sendikal anlayış söz konusu. Bu anlayışın Kıbrıslı Türk nüfus içinde ciddi bir meşruiyeti söz konusu. Çünkü diğer iki öbekten farklı olarak KTÖS yönetimi hem AKP’ye karşı hem de Kıbrıs’taki işgale karşı insanların sempatisini kazanabilen, daha radikal söylemleri ifade etmekten çekinmiyor. Her ne kadar Toplumsal Varoluş Platformu içerisinde bu güçler belli başlı noktalarda uzlaşsa dahi ‘Ankara ne paranı, ne memurunu, ne de nüfusunu istiyoruz!’ sloganıyla KTÖS’ün önderliğini yaptığı bir odak söz konusu. Dolayısıyla az önce sol hareket için söylediğim şey sendikal hareket için de geçerli. Sendikal hareketin akıbetini hareketin içinde aldığı konum ve meşruiyeti belirleyecek.

Bu nüfus meselesi son derece elzem. Türkiye’den gelen ve adaya yerleştirilenlerin sayısını Kıbrıslılar dahil kimse bilmiyor. Ama görünen o ki Kıbrıslı Türk nüfus neredeyse tıpkı Güney Afrika veya Gazze’deki gibi bir bantustana dönüştürülme tehlikesiyle karşı karşıya…

Nüfus meselesi asimilasyon politikalarının belkemiğini oluşturuyor. Yıllardır ‘oran yarı yarıya’ derken, görünen o ki Türkiye’den gelen nüfus Kıbrıslıları katlamış durumda. Burada Kıbrıs solu açısından kritik bir nokta söz konusu. 1974’ten itibaren adaya gelen insanlar ile son beş, on yıl içerisinde adaya aktarılan insanlar arasında bir fark var. 1974’ten sonra gelen insanlarla Kıbrıslılar arasında bir sosyal ilişki var. Her iki kesimin de birbirini etkilediği, ciddi anlamda kaynaştığı bir kültürel ortam söz konusu. Fakat geçtiğimiz on yıl içerisinde adaya gelenler için böyle bir durum söz konusu değil. Bu aslında çoğunlukla inşaatlarda iş bulabilmek için gelen bir ucuz emek göçü. Sol içinde Kıbrıs milliyetçiliğine saplanmış bir akımı tam olarak bu konudaki tutumuyla; yani Türkiye’den gelen herkesi kötüleyen, Kıbrıs sorununun sorumlusu ilan eden tutumuyla tespit edebiliyoruz. Diğer bir sol ise son derece güvencesiz koşullarda çalışan ve yaşayan bu insanları Kıbrıs’ın geleceğinde ve verdiğimiz barış mücadelesinde söz sahibi olarak görüyor. Kanımca 28 Ocak’taki mitingindeki en anlamlı mesaj Özhataylılar Derneği’nden geldi. Bu derneğin ‘Kıbrıs halkının mücadelesini destekliyoruz’ mesajı Kıbrıs milliyetçiliğine saplanmış solun ezberini bozan bir şeydir.

Dolayısıyla kimlik siyasetinden ziyade ancak neoliberalizme karşı sınıf temelli bir hareket gerçek bir muhalefet yaratabilir…

Katılıyorum. Adanın kuzeyinde yaşayan insanları kimlik ve aidiyetleri ekseninde bölmek Türkiye’nin son derece işine geliyor ve adayı yönetmesini kolaylaştırıyor. Bu aynı zamanda Kıbrıslı Türk burjuvazisinin de çıkarına uygun bir strateji. Bu insanlar muazzam hak gasplarına maruz bırakılarak son derece kötü ve güvencesiz koşullarda, düşük ücretlerle çalıştırılıyor. Aslında birçok Kıbrıslı Türk işveren bu insanları ‘ucuz emek pazarı’ olarak görüyor, Türkiye’den göç etmiş olmaları çok da umurlarında değil aslında. Düşünün Kıbrıslı bir işveren, bir inşaat sahibi gece gündüz Türkiye’nin varlığını eleştirse, hatta kendini solda görse dahi güvencesiz, sendikasız, düşük ücretlerle Türkiye’den gelen bu insanları çalıştırıyor. Bu noktada solun ve sendikaların bu insanları örgütlemesi, sendikalı yapması gerekiyor. Zaten Türkiye’nin asla ve asla istemeyeceği şey de budur. Zaten bu insanlar Kıbrıslılarla beraber sınıfsal temelde örülmüş, sosyal adaletten yana bir siyaseti birlikte yapabilseler o zaman ipler kopar. Kıbrıslıların Türkiye’deki ezilen halkla, işçi sınıfıyla herhangi bir problemi yok. Tekel direnişi esnasında toplandık ve Türkiye Büyükelçiliği’ne yürüdük. Aynı şekilde Türkiye’den Kıbrıs’taki direnişlere destek mesajları geliyor. Örneğin ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın mitingin ardından AKP’den gelen tepkiler üzerine Kıbrıs’a gelmesi son derece önemlidir. Bu tür bir enternasyonal dayanışmayı gerçekleştirdiğimiz ölçüde ipler kopar ve AKP’lilerin bıkmadan usanmadan ifade ettikleri ‘stratejik çıkarlar’ ise çöpe atılır.

 

 

Türkiye’de yayınlanan Yeni Yol dergisinin sitesinde yer almıştır.

http://www.sdyeniyol.org/index.php/siyasal-guendem/454-kbrstaki-baraka-kueltuer-merkezi-aktivisti-hasan-ykc-ile-soeylei