ACI KAYIP Konuk yazar: Yaşar Ersoy

Argasdi’nin “Onur” dosya konulu 42. sayısında konuğumuz olan üstad Yaşar Ersoy’un “Acı Kayıp” isimli yazısını paylaşıyoruz sizlerle…

Argasdi’deki diğer makaleleri, kitap, film, tiyatro tanıtımlarını ve memleketin ahvali, feministİZ, liseliyİZ gibi sürekli sayfaları merak ederseniz, dergimiz tüm market, kitapçı ve gazete bayilerde…

argasdi kapak

                             

Sevgili “Onur”umuzu kaybettik.

Cenazesi kktc Meclisi’nde saat 10.00’da düzenlenecek törenin ardından toprağa verilecektir.

Tüm Kıbrıslı Türklere duyurulur.

Toplum “Onur”suz kaldı… Başımız sağ olsun.

Son zamanlarda gazetelere böyle bir ölüm ilanı vermeyi ve ertesi gün üzerinde “ONUR” yazılı bir tabutu kktc Meclisi önünden kaldırmayı planlıyorum.  Çünkü toplum göz göre göre “Onur”unu kaybetti. Nasıl ki, tüm kktc yetkililerinin ısrarla uyarılmalarına rağmen umursamazlıkları ve insana değer vermezlikleri yüzünden göz göre göre, iki buçuk yaşında “Doğa”yı kaybettiğimiz gibi…

“Onur”, insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, özsaygı, haysiyet, izzetinefistir. İnsan onuru, insanla birlikte oluşup gelişir, uygarlığın ürünleriyle pekişir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar” diye belirtilir. Ve görüldüğü gibi onurlu bir hayatla insan hakları yaşam bulabileceği vurgulanır.

Onurlu insan, onurlu toplum, onurlu halk, onurlu ulus, onurlu devlet… Ama onur yitip gitti mi, onursuz insan, onursuz toplum, onursuz halk, onursuz ulus, onursuz devlet kalır geriye… Yitip gitti mi onur, hangi erdemi koyduğun yerde bulabilirsin? Onurun yerini onursuzluk aldı mı, ne erdem kalır, ne insan hakkı, ne adalet, ne eşitlik, ne vefa, ne saygı, ne sevgi… Bu nedenle tarih boyunca, dün olduğu gibi bugün de, halka yönelik politik bir eylemin, onurdan, bu yüce duygudan yoksun kaldığında sıfıra ineceğini, yok olacağını görürüz.

Lefkoşa Belediye Tiyatrosu olarak sahnelediğimiz birçok oyunda olduğu gibi, Nelson Mandela’nın hayatına ithaf edilmiş ADA oyununda da halka ya da insan haklarına yönelik her mücadelenin onurdan yoksun olamayacağını göstermeye çalıştık.

Bir mücadelede yenilebilinir ama onurlu bir şekilde yenilirsen geleceğe ışık taşırsın, geleceği aydınlatırsın… Tıpkı Spartaküs ve arkadaşları gibi… Sınıflı toplumların ortaya çıkardığı sömürüye karşı ekmek, özgürlük ve onurlu insanca yaşam için M.Ö 70’li yıllarda Spartaküs ve arkadaşları başkaldırır, mücadele verirler. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmenin yeğ” tutulduğu ilk örnektir onurlu mücadeleye… Bu haklı mücadele sonunda yenilirler ve Roma ordusu tarafından 27 bin kişi çarmıha gerilerek öldürülür. Tıpkı “tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi” Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa’nın yenilgisi gibi… Tıpkı Galile Galileo, Giordano Bruno gibi ve daha niceleri gibi…

Onur aptalca bir gurur değildir. Onurlu insan erdemli insandır. Onurlu insan en başta insan haklarına saygılıdır, özgürlükçüdür, eşitlikçidir. Onurlu insan adaletten sapmaz, gelen baskı ve tehditlere karşı dik durmasını bilir, dürüsttür, yalana baş vurmaz, güvenilir ve tutarlıdır. En önemlisi dost olarak görülebilecek kişidir.

Kıbrıslı Türk toplumunun yakın geçmişinde onursuzluğun takvim 30474yapraklarını kopara kopara bugünlere ulaştık. Bir deyiş vardır: “Varılan sonuç, o güne kadar yapılan işlerin özetidir.” işgal ve ganimet rejimiyle bedel ödemeden ve üretmeden yaşamaya alıştırılan Kıbrıslı Türkler; demokrasisi “mış” gibi, meclisi “mış” gibi, hükümeti “mış” gibi, devleti “mış” gibi bir toplumsal yapıda ve “mış” gibi yaşamın onursuzluğunda, Ankara ve işbirlikçi Lefkoşa iktidarları tarafından verili olan bu düzeni sorgulamadan kabul ederek, üretmeden, ücretli ve maaşlı kullar olmaya razı tutum ve tavır içinde her şeyi Godot’nun gelip çözmesini beklemeye koyulurlar, diğer taraftan da dağı taşı bayrak doldurmayı erdem sayarak “Onur”larını yitirirler. Çünkü bu bekleyiş sonucu toplumu seviyesizlik, ucuzluk, çirkinlik, yozluk, akıl dışılık, yalancılık, iki yüzlülük, bulanıklık, dengesizlik, ilkellik, ilkesizlik, partizanlık, bencillik, tembellik, nemelazımcılık ve popülizm dört yandan kuşatır.

Şair Fikret Demirağ’ın da dizelerinde vurguladığı gibi:

“Birçok şey sıfır derece çılgınlık, delilik

Sıfır derece bencillik, taşlık, ihanet

                    ******      ******      ******

 Birçok şey sıfır derece utanmazlık, aptallık

Sıfır derece ayıplı, çağdışı, gözükanlı” yaşanır.

IMG_0001 - Copy1_w550Onurlu insan olmak, onurlu toplum olmak, onurlu parti olmak, onurlu siyasetçi olmak, onurlu akademisyen olmak, onurlu sanatçı olmak ilkeli ve dürüst olmayı, ilkelere sadık kalmayı gerektirir. İlkeli olmak ise gerektiğinde seve seve maddi ve manevi bedel ödemeyi zorunlu kılar. İlkelerinden dönen, ödün veren insan ya da örgüt onursuzluk batağında yitip gider.

Tarihte birçok örnekte gördüğümüz gibi ilkeli insanlar, giyotine ya da idam sehpasına çıkarken dahi düşüncelerinden dönmezler. J.J Rousseau’nun da söylediği gibi  “Onurunu kaybettikten sonra, yaşamaktan daha feci bir ölüm olur mu?”

Bu işgal ve ganimet rejiminde Ankara ve işbirlikçi Lefkoşa iktidarlarının, üretim dışı konformist yaşam biçimine alıştırdıkları Kıbrıslı Türk toplumunda şöyle bir etrafınıza bakın; ilkeli, tutarlı, maddi ve manevi bedel ödemeye hazır kaç insan görebilirsiniz? Kaç parti, kaç sendika, kaç birlik-dernek… Bir, iki belki… Onlar da konformist düzen uyarcası sürü çoğunluk tarafından marjinal olarak nitelendirilirler. Köyün delisi olarak görülürler.

Objektif kriterlerle son 42 yıllık yaşamımızı ya da toplumsal hafızamızı bir anlığına göz önüne getirirsek, demek istediğim hususlar daha iyi anlaşılacaktır. Ancak gerçekten görmeye çalışalım… Çünkü “kör olmaktan daha kötüsü nedir?” diye sormuşlar. Cevap “kör olmamak ama yine de hiçbir şey görememek” olmuş. Toplumsal hafızamızı görmeye çalışalım:

– 1974 sonrası toplum, “ganimet toplumu”na dönüştürüldü. “Bu ev benim, bu villa senin, bu arsa onun, bu otel bizim, bu fabrika sizin” diyerek Kıbrıslı Rumların mallarını kapış, kapış kapıştık… Hiç “onur”umuza dokunmadan sevinçle alkış tuttuk, hatta Ankara’nın talimatıyla “mış” gibi meclisimizde İTEM yasası yaparak koçan dağıttık…

– Eşdeğer puanı, mücahitlik puanı, bire iki emeklilik, peşin ödeme vb. aldığımız siyasi rüşvetlerle “onur”umuzu çiğnemekte bir beis görmedik…

– Taşıma nüfus ile toplumun demografik yapısına müdahale edilip değiştirilirken sustuk! Bencil çıkarlarımızın peşinde koştuk. Hatta seçim dönemlerinde gemilerle, uçaklarla insan taşındı, vatandaş yapıldı, oy satın alındı… Böylece demokrasimiz katledilirken “onur”umuzu satılığa çıkardık…

– Ankara’nın askeri ve sivil müdahaleleriyle Kıbrıslı Türk toplumunun demokrasisi güdükleştirilirken şükran çekmekten ve yalakalıktan can çekişen “onur”umuzun acı çeken sesini hiç duymadık…

– Seçen ve seçilen arasında toplumsal yarara dayalı değil de, bencilce çıkara dayalı bir alış-veriş oluşturulurken “onur”umuzun yerlerde sürünmesine dönüp bakmadık…

– Demokratik, sosyal, hukuk düzeni yerine kleptokrasiye ve plütokrasiye dayalı bir düzeni, “onur”umuzu kaybetme pahasına tercih ettik.

– Toplumun yaşam biçimi; rüşvet, partizanlık, insan kayırmacılık, oy ticareti, rant kollama, politik dalavere ile yozlaştırılırken, bu yaşam biçiminden nemalanma yolunu seçen büyük çoğunluk “onur”unu paraya tahvil etme yarışına girdi…

– Neoliberal politikalarla ve Ankara’nın dayatmalarıyla toplumun değerlerinin özelleştirme adına, bir bir haraç mezat peşkeş çekilmesine toplumun kılı kıpırdamadı ancak bunun karşılığında kamu görevlilerinin maaşlarının ödenmesi şerefine mangalında “onur”unu kızartıp yiyip içmekte beis görmedi…

– Koltukta oturma pahasına Ankara’dan gelen talimatlarla ekonomik paketler uygulayarak, “Göç Yasası” ve benzeri yasalar yaparak; eşitlik, adalet ilkelerini ve toplumun “onur”unu çiğneyip hazmeden ve üstüne sifonu çeken siyasetçiye, toplum, üç maymunu oynadı…

– Özelleştirme adına her şeyin, her alanın çeteleştiği toplumumuzda “onur”, unutuldu, itildi, kakıldı, hor görüldü, köyün delisine dönüştürüldü…

– Toplumda eğitim çetesi, sağlık çetesi, trafik çetesi, uyuşturucu çetesi, kumar çetesi, fuhuş çetesi, arsa çetesi, haraç çetesi, rüşvet çetesi oluşurken doğal olarak toplumda “onur”un adı aptala çıkartıldı…

– Sünni Müslümanlaştırılmaya çalışılan Kıbrıslı “onur”a, okuldan daha çok cami yapıldı, Kuran kursları düzenlendi, dini promosyonlar dağıtıldı…

Yasar-Ersoy-2_w500

Kıbrıslı “onur”, “bu toplum laik” diye isyan eder ama yöneticileri ve toplumu onu görmez, duymaz. Onlar anavatanlarına şükran çekerek camiye, umreye gitmeye, dualarla, yasinlerle açılışlar yapmaya, temeller atmaya devam ederler.

“Emek en yüce değerdir” diyerek asgari ücreti açlık sınırında tutan; “Göç Yasası”yla eşitsizlik yaratan; patronları memnun etmek için işçilerin ve emekçilerin sendikasız, sosyal güvencesiz çalışmalarına göz yuman, işçilerin “iş kazaları” adı altında cinayete kurban gitmelerini umursamayan iktidar karşısında “onur” kahrından ölmesin de ne yapsın…

42 yıldır Ankara ve işbirlikçi alt yönetim Lefkoşa’nın iktidar koltuklarında çürüdü, çürütüldü “onur”… Ve politika kulisinin lağımlarında “onur”un devlet katında hiçlendiğini, toplum yaşamından dışlandığını yaşayarak vardık bugünlere… Ve hem “onur”umuzu, hem “Doğa”mızı kaybettik… Çığrından çıkmış bu ülkede; doğanın, emeğin, insanın, paranın meta kategorisine indirgendiği bir toplumda artık her şeyin metalaşması ve “onur”un da yitip gitmesi şaşırtıcı değildir. Artık alınıp satılmayan hiçbir şey yok. Para, silah, uyuşturucu, çocuk, kadın, su, hava, insan organları, sanat eserleri…

Tabi ki dünyamızda yaşanan ve kapitalizmin zaferi olarak nitelendirilen globalizasyonun bu yaşadıklarımızı direkt olarak biçimlendirdiğini de vurgulamak isterim. Shakespeare’in deyişiyle “Dünya zıvanadan çıkıyor.” Kapitalizmin vahşi uygulamalarıyla; gök kubbe delinmiştir, doğanın dengeleri bozulmuştur, küreselleşme uğruna küresel ısınma hayatı yok etme noktasına gelmiştir. Sermayenin küreselleşmesi ile toplumların dirlik düzenliği kalmamış, toplumlar küreselleşme adına sosyal, kültürel, ekonomik sömürüyle Amerikanlaştırılmıştır. “Soğuk Savaş” dönemi sözde sona ermiş, küreselleşen elit zenginlerin kapitalist piyasa neoliberal ekonomisiyle insan insan olmaktan, doğa doğa olmaktan, toplum toplum olmaktan, bilim bilim olmaktan, sanat sanat olmaktan çıkmıştır. Her şey metalaştı. K. Marx’ın vurguladığı gibi “metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülüyor.” Ne yazık ki, küçülen insanlar dünyasında da “onur” yerlerde sürünüyor.

Kıbrıslı Türk toplumunda sanatçının “onur”u da genel olarak kapitalizmin, özel olarak da işgal ve ganimet rejiminin tüm kötülüklerinden payına düşeni aldı. Bir iki sanatçıyı tenzih ederek söylemek gerekirse, bu rejimde sanatçı da “onur”unu yitirdi.

Çünkü sanat ve sanatçı, insanı “insan” yapan değerlere karşı her eylemin, karşısında yer alır. Sadece eseriyle karşı durmaz, “onur”lu duruşuyla da karşı tavrını sergiler. Böyle bir “onur”lu duruş, sanatın sahici varoluş nedenidir. Sanatçının kimliğini, ortaya koyduğu eser kadar hayattaki “onur”lu duruşu da belirler. Hatta sanatçı, iyi eserler ortaya koymasına karşın hayattaki duruşu sakatsa, yanlışsa kısaca eserindeki savı, hayattaki duruşu ile çelişiyorsa yani birbirlerini yalanlıyorsa, o sanatçının kimliği sahici değildir. Dahası “onur”unu yitirmiştir. Çünkü kimliğini yalan üzerine inşa etmiştir. Ve topluma da yalan yaymaktadır.

foto-22-nisan

P. Picasso’nun şu sözünü hatırlatmakta fayda var: “Sanatı para kazanma aracı durumuna getirenlerin çoğu sahtekârdır. Hayır! Resim evlere, saraylara süs olsun diye icat edilmedi. Siz sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz? Ressamsa yalnızca gözleri olan, müzisyense yalnızca kulakları olan ya da şairse yüreğinin kıpırtısında harp çalan, boksörse yalnızca kasları olan bir gerizekalı mı? Tam tersine! Sanatçı aynı zamanda politik bir kişidir ve dünyada olup bitene iyi, kötü, korkunç olaylara tüm varlığıyla tepki gösterir.” Burada Picasso’nun bahsettiği, sanatçının “onur”lu duruşudur. Bu “onur”lu duruş, özgürlükten, eşitlikten, barıştan, adaletten, insani tüm değerlerden yana, tüm kötülüklere karşı bir duruştur.

Sanat, söyleyecek sözü olanların işi olduğuna göre, “onur” kavramı da bu duyarlılıkla insanlaşma sürecinin ayrılmaz bir parçası olmak durumundadır. Bu anlamıyla sanatçının “onur”lu duruşu, aydın kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk ise sanatçının muhalif tavrıdır. Yazar ve düşünür Albert Camus, sanatçının zorbalığa karşı çıkması gerektiğini vurgular. O, ne susmayı, ne de yansız kalmayı benimser. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onların yerine konuşması gerektiğini söyler. Sanatçının her koşulda, her zorbalık karşısında konuşmasına vurgu yapar. Camus, “tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok” der ve şunu ekler: “Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir diriliş sağlayamaz ama sanat olmadıkça bu diriliş, biçimini bulamaz”.

Sanatçının “onur”unun aydın sorumluluğundan geldiği asla unutulmamalıdır. Aydın sorumluluğunun ise tarihten süzülüp gelen ölçüleri vardır. Bu ölçüleri J.P. Sartre şöyle belirtir: “Doğaya, topluma, tarihe ve insana dair gerçeklerin bilgisine ulaşmak ve bu gerçekleri açıklamak… Dolayısıyla ilerici düşüncelere sahip olmak… Haksızlığın karşısında olmak… Dolayısıyla zalimin karşısında ve mazlumun yanında saf tutmak… Zorbalık karşısında ilke ve düşüncelerinden vazgeçmemek… Dolayısıyla bu uğurda bedel ödemeyi göze almak…” Sartre’in saydığı ölçüler sadece sanatçının aydın sorumluluğundan gelen “onur”lu duruşunun ölçüleri değil, insanlığın “onur” ölçüleridir aynı zamanda.

Şimdi soralım kaç sanatçımız Picasso’nun, Camus’nun ve Sartre’in belirttiği ölçülerde “onur”ludur! Toplumumuzda bir iki sanatçıyı tenzih ederek söyleyeyim, çok sanatçı “Ben sanatçıyım” diyerek toplumsal, siyasal meselelere burun kıvırarak kayıtsız kalmaktan ya da meselelere değinmeden teğet geçerek, bir şey söyler(miş) gibi yaparak kendine üstün bir paye biçer ve “onur”la değil “gurur”la başı dik dolaşır. Oysa “gurur”un olduğu yerde “onur” var olamaz. Çünkü “gurur” olabildiğince özneldir. Kendini beğenmedir, büyüklenmedir, kibirdir, övünme ile birlikte kurumdur, çalımdır.

1974’den bu yana işgal ve ganimet rejiminde bedel ödemeden zenginleşen ve sonradan görme sosyo-psikolojik, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapıya sahip olan Kıbrıslı Türk toplumunun ve sanatçısının ezici çoğunluğu “onur” yerine “gurur” taşımaktadır. Ve Dario Fo’nun söylediği gibi “Başı diktir… Çünkü gırtlağına kadar boka batmıştır.”