Ana akım sinemanın bizleri heyecanlandıran, coşkulandıran, sistem karşıtı ruh içeren popüler direniş filmlerine birkaç örnek verebiliriz. Mesela V for Vendetta maskenin ardında kimin olduğuna değil yayılmak istenen fikrin önemine vurgu yapar ve “fikirler kurşun geçirmezdir” der. 2019 yapımı Joker filmi toplumsal sorunların, bir insanın yaşamını, mental ve fiziksel durumunu ne kadar kötü etkileyebileceğini gösterirken yozlaşmış düzene karşı artık usanmış olan halkın isyanını yansıtır. Peki sistemin sorumluları ve bütün kaynakları elde tutan egemen kesim, insanları bilinçlendirebilecek düzen karşıtı filmlerin varlığından neden rahatsız değil ya da daha doğrusu neden bu tarz filmlerin bu kadar popüler olmasını engellemiyorlar? Aslında yanıt çok basit; bu tarz popüler direniş filmleri bizleri örgütlenip sokağa çıkaracak filmler değiller, öfkelerimizi beyaz perdenin karşısında yaşatıp dindirecek filmlerdir. V for Vendetta filminde özgürlük savaşçısı V fikirleriyle insanları etkilemiş ve filmin sonunda parlamento binası önünde büyük bir kitle toplanmıştır. Parlamento binasının patlatılmasıyla hem bu kitlenin hem de seyircinin öfkesi ise dinmiştir ve sembolik olarak bir mesaj verilmeye çalışılsa da sistem aynı kalmıştır. Joker filmine baktığımızda ise halk ayaklanmasına yol açan Arthur Fleck’in psikolojik sorunlar yaşaması (her ne kadar toplumsal sorunlara bağlansa da), halkın öfkesinin yanlış bir karakterin liderliğinde dışavurulduğu mesajını da vermektedir. Yani ya öfkemiz diniyor ya da yanlış kişiler öfkemize liderlik ediyor mesajı veriliyor bu filmlerde.
Filmlerdeki Mesajlar
Sanat her zaman ezilenlerin fikrini, mücadelesini yaymak için önemli olmuştur. Karikatürlerle hükümeti ve sermayeyi mizahi bir şekilde eleştirebilir, tiyatro sahnesinde ülkede yaşanan emek sömürüsünü seyirciye tekrar yaşatabilir, beyaz perdede sıradan bir işçi sınıfı ailesinin mücadelesini gösterebiliriz. Bizler bunu yaparken egemenler de elbette boş durmazlar ve yarattıkları sistemin devamlılığını sağlamak için sanatı onlar da kullanırlar ya da bizlerin sanatsal üretimlerini yasaklar veya sansürlerler. Hollywood filmlerini bir düşünelim; filmle alakalı olmasa bile komünizm kötülenir, her şeye sahip olunabilecek Amerikan Rüyası yüceltilir, toplumsal sorunların sorumluluğu bireylere indirgenir, kahramanlar yaratılır ama kapitalist sistem aklanır. Eğer ki bir direniş fikri perdeye yansıtılacaksa da yukarıda örnek verdiğimiz V for Vendetta ve Joker filmleri gibi halkın içindeki öfke, filmin sonunda sisteme zarar vermez ama bir yandan da dışavurum yaşanır. Nasıl ki eğitim sistemiyle, medyayla halk manipüle ediliyor ya da uyutuluyorsa, popüler ana akım filmlerle de aynı şey yapılmaya çalışılmaktadır.
Gelelim bizden taraf filmlerin içeriklerine; 1960’lı yıllara baktığımızda dünyada yaşanan değişimler sinema sektörünü de etkilemiştir. Bağımsızlığını kazanan ülkeler, gerçekleşen devrimler, işçi sınıfı ve öğrenci hareketleri doğrultusunda toplumsal gerçekçi diyebileceğimiz Üçüncü Sinema akımı ortaya çıkmıştır. “Manifestolarla oluşan bu sinema, ’60’ların diğer sinema hareketlerine göre politik açıdan çok daha solda, alternatif, bağımsız ve antiemperyalist bir sinemadır. Üçüncü Sinema genellikle ekonomik ve sosyal statü olarak toplumun alt kesimlerinin öykülerini beyaz perdeye aktarmaktadır.”(1) Türkiye’de Yılmaz Güney filmlerini buna örnek gösterebiliriz. Mesela “Aç Kurtlar’la içlerindeki tüm insanlığı tüketmişlere seslenir, köyden kente göç eden yoksul bir aileyi Umut etmeye çağırır. Çirkin Kral’dan başkası olmayan Baba filmiyle, Anadolu’nun ezilmiş halkının, “görülmeyenlerin” hayatına bir pencere açan Acı’yla sinema perdesinde görülmeyeni görünür kırmaya çalışır Güney.”(2) Tüm dünyada bu dönemle birlikte ezilenlerin hikayeleri beyaz perdeye daha fazla yansımaya başlamıştır. Günümüze geldiğimizde ise işçi sınıfının yönetmeni olarak bilinen Ken Loach’un filmlerini ele alabiliriz. Ken Loach filmlerinde, halkların özgürlük mücadelelerini, işçi sınıfının yaşadığı zorlukları, kapitalist sistemin bozukluklarını sıradan insanların hikayeleriyle aktarır bizlere. “Sorry We Missed You” filminde günde 12 saat çalışan bir kargo şirketi şoförünün hasta haliyle çalışmaya devam etmesinin ya da “ I, Daniel Blake” filminde bu çarpık düzenin yaşlı bir marangozun ölümüne yol açmasının bizde yarattığı diri öfke, bir parlamento binasının patlatılmasıyla sönen öfkeden daha değerli bir noktadadır bizler için.
Ezilenlerin Sineması Büyüyor
Ezileni kadrajına sığdıran filmlerin sayısı arttıkça sözümüzü, derdimizi daha fazla yaymak için film festivalleri de tüm dünyada organize edilmeye başlanmıştır. Dünyada, Türkiye’de hatta ülkemizde hemen hemen her sene düzenlenen İşçi Filmleri Festivali’nde, ekolojik sorunlar; işçilerin, kadınların, lgbtilerin yaşam mücadeleleri; yoksulluk; çocuk işçiliği ve göçmen olmanın zorlukları, kısa ve uzun metraj filmlerle, belgesellerle seyirciye sunulmaktadır. Ülkemiz özelinde ise derneğimiz üzerinden örnek verebiliriz. “Toplumsal mücadelelerimizi anlatan, TC hükümetleri tarafından maruz kaldığımız asimilasyon politikalarını dile getiren, ülkemizdeki göçmen kesimlerin yaşadığı sıkıntıları kadraja sığdırmaya çalışan bazı belgeseller derneğimizin bir dönem aktif olan Baraka Film Atölyesi adlı etkinlik grubu tarafından çekilmiştir.”(3) 1974 öncesinin Omorfo’sunu anlatan bir belgesel de Bağımsızlık Yolu tarafından çekilmiş ve gösterime sunulmuştur. Buna karşın yakın dönemde gündem olan, AKP hükümetinin adamızda yaratmaya çalıştığı faşist yapının yararına çekilen “Bir Zamanlar Kıbrıs “ adında, manipülasyonlar ve yalanlarla dolu şovenist dizi de bize tekrardan göstermiştir ki egemenler her türlü aracı çıkarları uğruna kullanıyorlar. Bizler de her türlü aracı direnişimizi ve mücadelemizi büyütmek için kullanmalı ve bu sistemin kadrajını aşmalıyız.
Kaynak;
(1) https://bit.ly/3OkPjoL
(2) https://bit.ly/3HRblwQ
(3) https://bit.ly/3ne598H
Recent Comments