Söz Uçar, Yazı Kalır – Nazen Şansal

Kral Thamus bir keresinde sayılar, hesaplama, geometri, astronomi ve yazı dahil birçok şeyin mucidi tanrı Theuth’u ağırlar. Theuth, Kral Thamus’a buluşlarını sergiler ve bu buluşların Mısır’da öğrenilmesi gerektiğini söyler. Thamus bütün buluşların ne işe yaradıklarını inceler. Her bir buluşu beğenip beğenmediğini dile getirir. Sıra yazıya gelince Theuth “Sayın Kralım, bu Mısırlıların bilgeliğini ve hafızalarını geliştirecek bir başarıdır. Bilgeliğin ve hafızanın reçetesini buldum.” der. Thamus ise: “Ey mucitlerin piri, icat yapmak ayrı şey, icadın onu kullananlara fayda mı yoksa zarar mı getireceğini kestirmek ayrı şey. Harflerin babası olan sen, kendilerine duyduğun sevgi dolayısıyla onlardan, verecekleri neticenin tam aksi bir neticeyi bekliyorsun. Yazıyı kullanmaya başlayanlar hafızalarını kullanmaktan vazgeçecekler ve unutkanlaşacaklar. Bir şeyleri hatırlamak için iç kaynaklarını kullanmak yerine harici bir takım işaretlere bel bağlayacaklar. Sen hafıza için değil, hatırlama için bir reçete keşfettin. Bilgeliğe gelince; Öğrencilerin, hakikati olmayan bilgelikleri sayesinde şöhrete ulaşacaklar fakat aslında bir yol göstericiden yoksun öğrencilerin sadece malumat sahibi olacaklar. Sonuçta belki bilgili sayılacaklar ama birçok şeyin cahili olacaklar. Gerçek birer bilge olmak yerine bilgeleğini gururuyla yetinen bu insanlar toplum için birer yük haline gelecekler. (Sokrates’ten aktaran Neil Postman, Teknopoli)

 

Yazı, duygu ve düşüncenin form, sembol, işaret ve harflerle ifade edilen, çeşitli materyallerle biçimlendirilerek farklı ortamlara kaydedilen bir iletişim aracıdır. Mağara resimleri ile başlayan yazının serüveni Sümerlerin çivi yazısı, Mısırlıların hiyeroglif yazısı, daha sonra Fenikelilerin fonetik alfabe yazısı ile gelişerek İbranice, Arapça, Latince’ye ve günümüz dillerine doğru evrilmiştir. Böylelikle yazı, bir uygarlıktan bir uygarlığa geçerken bir yandan da kil tabletlerden papirüse, papirüsten parşömene, parşömenden kâğıda, kâğıttan diijital ekrana geçerek tarihsel serüvenine devam etmektedir. Bu süreçte biçimleri ve uygulama yüzeyleri değişse de yazının pek çok farklı yüzey üzerine uygulanabilir ve okunabilir olması, duygu, düşünce, bilim ve sanatı kayıt altına alıp bir coğrafyadan ötekine, geçmişten geleceğe aktarması, onu vazgeçilmez kılmıştır. Bununla birlikte insanlık tarihinde yazının icadından önceki dönemler, yazının kullanıldığı çağlardan çok daha uzundur.

Sözden yazıya…

İlk modern insan kabul edilen homo sapiensler, 200 bin – 300 bin yıl önce insansı atalarından/analarından evrimleşmiş ve yaklaşık 50 bin yıl önce dil yeteneğini geliştirmiştir. Konuşmayı öğrenen insanlar, plan yapabilme, sorun çözebilme, organize olup birlikte hareket edebilme becerisini kazanmanın yanı sıra deneyimlerini, sözlü kültürle kuşakta kuşağa devredebilmeye de başladılar. Bin yıllardır süregelen sözlü kültür ve aktarım, yazının icadından sonra da ve halen insan toplumlarının gelişiminde önemli bir yer tutar. Bunun bir sebebi, yazının bulunduğu yıllardan (M.Ö. 3500), okur-yazarlığın yaygınlaştığı parasız zorunlu eğitime (19. yüzyılın ikinci yarısına) kadar geçen sürede yazıyı sadece sınırlı bir kesimin kullanmasıdır. Bir diğer sebebi ise aslında bir teknoloji olan yazının, döneme göre farklılaşan bir takım araç gerece ihtiyaç duyması ve bu araçlara ulaşım ve denetimin, genellikle güç sahibi sınıfların elinde olmasıdır. Bugün “söz uçar, yazı kalır” dediğimizde anladığımız şey; yazılı kaynakların kalıcı olduğu, nesilden nesile devredildiği oysa sözlü anlatının yok olup gittiğidir. Ancak işin aslı, insanlık tarihinin çok büyük bir bölümünde yazı, yazıldığı yerde kalmış, sınırlı bir kesim tarafından okunabilmiş, temel yaşamsal ihtiyaçlarının peşinde olan halkın çoğunun ilgisine mazhar olmamıştır. Söz ise (şiir, müzik ve dans gibi iç içe geçmiş ritüellerle) dilden dile, kuşaktan kuşağa hatta kıtadan kıtaya uçup yayılmıştır.

Yazı, egemenlerin ihtiyacından doğmuş bir teknolojidir

Mağara resimleri sistematik bir yazı olarak kabul edilmediğinden, yazıyı ilk kullananlar, M.Ö. 3500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümer uygarlığıdır. Ardından Mısır, Anadolu, Orta Amerika’da kullanılan yazı örnekleri gelir.

Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünde yer alan ve yazarın şahit olduğu bir adaletsizlik karşısındaki tepkisinin yoğunluğunu gösteren “yazmasam deli olacaktım” tümcesi ne kadar hoş olsa da yazının icat edilme sebebi, toplumu yöneten ruhban sınıfının, tapınaklara, halktan topladığı bağışların çetelesini tutabilme ihtiyacıdır. Hangi köyün ne kadar buğday veya yemiş getirdiği, hangi köyün getirmediği, tapınakta o yılı geçirecek kadar yiyecek olup olmadığının kayıt altına alınabilmesi amacıyla ilk yazı örnekleri ortaya çıkmıştır. Bereketli toprakların istila edilmesi için yapılan savaşlarda kullanılan araç gerecin, barış anlaşmalarının, üretim artıp ticaret geliştikçe ticari sözleşmelerin, birlikte yaşama (hukuk) kurallarının kaydını tutmaya yarayan yazı, zamanla duyguların ifadesi için bir araç olarak da kullanılmaya evrilir. Hitit tabletlerinde, duygusal sesleniş örneklerine rastlanır.

Her teknoloji gibi yazı da, sadece egemenlerin işine yaramakla kalmaz, bilim insanlarının bugüne dahi ışık tutan çalışmaları ve buluşları el yazması kitaplara aktarılır. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi (M.Ö. 4. – M.S. 2. yüzyıl), papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklanan yaklaşık 900.000 el yazmasına sahipti. Kütüphane, yayınevi görevi de görmekteydi. Akdeniz, Ortadoğu, İran gibi medeniyetlere ait pek çok el yazması eserin Yunanca çeviri ve kopyaları burada hazırlanmış; uzak bir yerden bir el yazması eser alabilmek için büyük meblağlar ödenmiştir. Kütüphanede, antik dünyanın matematik, geometri, astronomi, coğrafya gibi alanlardaki en ünlü bilginlerinin ve filozoflarının okulları da vardı. Ancak deyim yerindeyse “sen, ben, bizim oğlan” misali (tabii bir de bizim kız var; Hypatia), kendi aralarında belirli bir zümreye hitap eden ve bilimi halkla buluşturma gereği duymayan İskenderiye alimleri, kütüphanedeki değerli el yazmaları gibi yok edilmiş, makûs talihin kurbanları olmuştur. O dönem kilisenin baskı ve kışkırtmasıyla yaşanan makûs kader, dinsel bağnazlığın, çağlar boyunca ve halen farklı yöntemlerle yazının ve kitabın iktidarını elinde bulundurma çabasıdır.

Bugün artık Roma dönemi veya Naziler gibi okunmasını istemedikleri kitapları yakmak “out” olsa da yazı (ve dolayısıyla toplumun düşünce iklimi) üzerindeki iktidar mücadelesi hâlâ “in” ve içeriğe ilişkin kâh açıkça kâh sinsice müdahalelerle devam ediyor. Bu konuyu yazının son bölümünde açacağız.

Hülasa, yazının icadı ve zamanla yaygınlaşması, insanlığın bugüne ve geleceğe uzanan gelişim çizgisindeki en önemli kırılma noktalarından biridir. Matbaanın gelişimiyle derinlik kazanan bu kırılma, sonraki yıllarda icat edilecek tüm teknolojilerin de zeminini oluşturur. Ancak “teknoloji” denince, yapay zekânın veya gelişmiş elektronik sistemlerin akla geldiği günümüzde yazı, bir teknoloji gibi algılanmamaktadır. Aslında bu durum günümüz insanının, yazıyı tamamen içselleştirmiş ve benliğinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş olmasından kaynaklanır. Ancak yazı, özellikle de alfabeli yazı, önemli bir teknolojidir. Dahası yazı, matbaa ve bilgisayar teknolojilerine göre çok daha zorlayıcıdır. Çünkü yazı özünde sözlü, yani konuşmaya dayalı olan kelimeyi görsel mekâna yerleştirmiştir. Dolayısıyla hem matbaa hem de bilgisayar, dinamik sesi, suskun mekâna indiren ve kelimeyi yaşanan andan koparan yazının açtığı yolda ilerlemişlerdir.

Tipografi insanı

15. yüzyıldan itibaren matbaanın kullanıma girmesiyle, özellikle Avrupa’da, sözlü kültür dönemi yerini büyük ölçüde yazılı ve basılı kültüre bırakır. 16. yüzyıla kadar boş zaman ve okuma-yazma imkânı sadece bilim insanlarına, filozoflara ve soylulara özgüyken, 17. yüzyılda tüccarlar ve kadınlar da okuma-yazma ve edebiyat yapma zevkini tatmıştır. 19. yüzyıldaysa sanayinin gelişmesiyle şehirlerde nitelikli iş gücüne ihtiyaç duyulmuş ve parasız zorunlu eğitimin yaygınlaşmasıyla, bilgiden yararlanmak demokratikleşmiştir. Matbaanın mutlak egemenliğinin yaşandığı 18. ve 19. yüzyıllar, analitik düşünmenin, akla ve düzene değer vermenin ön planda olduğu çağlardır. Yazılı kültür, insanlığın bilimsel düşünceyi ve sanatı yayma, geliştirme, çözümleme ve irdeleme becerisini geliştirir. Aydınlanma çağının torunları olan bu dönemin insanına, “Televizyon Öldüren Eğlence” kitabında “tipografi insanı” diyen Neil Postman, “tipografi kafası”nın sistematik düşünmeye, neden-sonuç mantık zincirine, yoruma doğru güçlü bir yönelim ve eğilim sergilediğini söyler. Çünkü ortalıkta ne “yorma kafanı!” ne de “edebiyat parçalama!” gibi zırva telkinler vardır. Aksine, kafa yormanın, yani yorumlamanın ve edebi hassasiyetin, insanlık adına olmazsa olmaz sayıldığı bir düşünce iklimi hakimdir.

Bu iklim, önce televizyon ardından görsel ve sosyal medya ile bir hayli değişime uğramış olsa da (bu konu dergimizin bir başka yazısında ele alındığından burada girmiyorum) yazmak, okumak ve bunların derli toplu cisimleştiği araç olan kitaplar ne iyi ki hâlâ hayatımızda. Ama…

Yazıyoruz, okuyoruz da ne yazıyoruz, ne okuyoruz?

Taylan Kara, “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” adlı kitap serisine başlarken, her üretim biçiminin kendi ekonomisini ve politik yapısını oluşturduğu gibi kendi kültürel sistemini de kurguladığını; bunu da sermaye sınıfının başka araçlarının yanı sıra edebiyatla, kitapla yaptığını anlatır. Edebiyat ve felsefe az sayıda insanın uğraşı olsa da toplumların düşünce dünyasını doğrudan etkiler; toplumlar okuma alışkanlığı olmasa bile, edebiyat ve felsefeyle yaratılan düşünce ikliminde şekillendirilir. Örneğin sosyalizmin reel bir seçenek olarak var olduğu dönemlerde veya 1980 öncesi Türkiyesinde edebiyatın, özellikle de klasik eserlerin çevirilmesinin sol değerleri yaratmadaki işlevi çok büyüktü. Deniz Gezmiş, kendisine nasıl solcu olduğu sorulduğunda “Biz edebiyattan geldik” demiştir. Günümüz entelektüellerinin ve yazarlarının pek çoğuysa bilerek veya bilmeyerek akılsızlık üretmekte, insanın nesnel gerçeklikle kurduğu ilişkiyi zayıflatarak okuru ahmaklaştırmaktadır. Bugün hakim olan edebiyat, yarattığı bireyci ve karamsar karakterlerle kabaca; dünyanın algılanabilir ve değiştirilebilir bir yer olmadığını, yaşamımıza razı olmamızı, koşulları değiştiremeyeceğimizi, onlarla uzlaşmamızı, iç dünyamıza odaklanmamızı açık veya örtük olarak aşılar. Bu, tesadüfi değil, ne yaptığını çok iyi bilen sermaye sınıfının bilinçli bir pratiğidir. Dolayısıyla bu postmodern bulamaç çağında, yazmak ve okumak tek başına olumlu bir anlam ifade etmemektedir. Bilinci uyuşturan, çürüten, yavaşlatan, çelişkileri keskinleştirmeyip yumuşatan eserler yerine, insanın çevresi, kendisi ve toplumu ile ilgili farkındalığını artıran ve kavrayışını derinleştiren okumalar yapılmalıdır. Popüler yazın ve edebiyatla ve “sol”da nasıl tezahür ettiği ile ilgili eleştirel bir okuma içinse Taylan Kara’nın adı geçen kitap serisi oldukça ufuk açıcıdır.

Son olarak, yazının başındaki Theuth ile Kral Thamus’un hikâyesinin bilgelikle ilgili son cümlelerini, bir de günümüz postmodern entelektüellerini düşünerek okuyun derim.

 

 hieroglyphs-1 burrowbook 1_gutenbergproofing-1 nazen görsel

Kaynaklar:

Sözlü ve Yazılı Kültür – Walter J. Ong

Yazının Tarihsel Gelişimi – Hümeyra Gümüşhan

Tarih Neden Yazıyla Başlar? – Nilgün Çelebi

Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Sözün ve İnsanın Dönüşümü – Şule Tüzül

Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme – Taylan Kara