Kabul Edin Kardeşim, Kadınlar da Yazıyor İşte! – Zekiye Şentürkler

Hemen hemen her alanda olduğu gibi yazın ve edebiyatta da kadınların “temsil edilen” çizgisine ötelenmesi, erkeklerin alana egemen olması ve kadınları “uygun görülen” alana hapsetme çabası tarihsel bir gerçektir. Bunun, dünya ve ülkemiz edebiyatında çeşitli örnekleri olmakla birlikte bu yazıda daha ziyade İngiliz Edebiyatı’na odaklanılacaktır.

İngiliz Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Virginia Woolf, 1929 yılında kaleme aldığı “Kendine Ait Bir Oda” eserinde kadınların edebiyat alanındaki ikincil konumlarını ve bunun nedenlerini incelemiştir. Bu konuyu irdeleyen ilk modernist eser olan bu metinde yazar, kadının edebiyat dünyasında kendine yer açmasının koşullarını ve neden ötekileştirildiğini tartışmaya açmıştır. 18. ve 19. yüzyılda erkek egemen edebiyat dünyasında yer edinmek ve başarılı olmak kadın yazarlar için dönemin ekonomik ve toplumsal koşullarında ciddi zorluklar barındırıyordu. Erkekler gerek fiziksel gerekse de zekâ anlamında kadınlardan daha nitelikli görülüyordu. Toplumsal dayatmalara göre kadınlara biçilen rol ev içerisine hapsedilmekti. Para kazanmak için çalışmak zorunda olan ve yorgun bir şekilde eve gelen eşinin dinlenmesini ve rahatlamasını sağlamak, yemeğini hazırlamak, evi temizlemek ve eğer var ise çocuklarla ilgilenmek kadının omuzlarına yüklenmişti. Erkekler sosyal alanlarda aktif bir şekilde var olurken, kadınlar evlere, domestik hayata sıkıştırılmıştı.

Herhangi bir bilimsel dayanağı olmamasına rağmen bu durumu bilime bağlama çabaları ortaya akıl almaz iddialar koymuştur: “Kadınların beyni erkeklerden daha küçüktür ve o küçük beyinlerini çok yormamaları gerekir! Bu yüzden kadınlara herhangi bir şekilde zarar verebilecek(!) etkinliklerde kadınlar saf dışı bırakılıyordu. Bunun sonucu olarak kadınların da içinde yer alabildikleri etkinlikler kısıtlanmıştı; edebiyat gibi…”

Fakat planları işlemedi. Kadınlar bu durumu kabullenip bir kenara çekilmek yerine tüm bu zorluklara rağmen yazın ve edebiyat dünyasındaki yerlerini söke söke almak üzere kolları sıvadı. John Stuart Mill gibi bilinen erkek yazarlar bile, kadınların birer yazar olmak için gerekli karakteristik özelliklerden yoksun olduklarını iddia ederken, kadınlar yazdıkları kitapları bu ön yargılardan korumak ve okunmasını sağlamak adına kendi adlarını kullanmadan yayımlamaya başladılar. Virginia Woolf, yine aynı kitabında bu konuya da değinmiştir. Tarih boyunca anonim olarak bildiğimiz yazarların tümünün kadın olduğunu iddia etmiş, 19. yüzyıldaki kadın yazarların anonim ya da erkek takma adı (genelde kocalarının adları) kullanarak kitaplarını yayımladıklarını söylemiştir. Bugünden bakınca “Öyle şey olur mu yahu!” diye sinir olsak da bu durum zamanın kadın yazarlarının işine gelmiştir. Kadın yazarlar eserleriyle ve yarattıkları kadın karakterlerle, kadınların da tutkuları ve yetenekleri olabildiğini, erkeklerden daha değersiz ya da aşağı olmadıklarını kaleme döküp birçok erkeğe okutturmuşlardır.

Erkek sanılan bazı kadın yazarlar

Bronte Kardeşler: Charlotte, Emily, Anne Bronte tüm zamanların en iyi roman yazarlarındandır. En ünlü eserleri “Jane Eyre” ve “Uğultulu Tepeler”i Currer, Ellis, Acton Bell şeklindeki takma erkek adları kullanarak yayımlamışlardır. Kadın olduklarını açıklamak istememelerinin nedeni, kadın yazarların ön yargıyla okunmasıydı.

J.K. Rowling: Harry Potter’in yazarı Joanne Kathleen Rowling’e yayımcısı “genç erkekler, bir kadın yazarın kitabını okumak istemeyebilir” gerekçesiyle adının sadece baş harflerini kullanmasını söylemiştir. Rowling, bir başka romanı “Guguk Kuşu”nu yayımlatmadan önce editörüne okuttuğunda editörü, “Bunu bir kadının yazdığına asla inanmazdım!” tepkisini vermiştir. Çünkü “Guguk Kuşu” iyi kurgulanmış bir dedektif romanıdır ve genellikle kadın yazarlardan romantik, dram temaları üzerine kurulu romanlar beklenir.

Kadın olduğu için yaşadığı ayrımcılığı sizlere aktarırken, kendisinin de transfobik ve homofobik söylemler ile ayrımcılık yaptığını belirtmek isteriz.

Sonra ne oldu?

1970’li yıllarda kadınlar edebiyat dünyasındaki suskunluğunu bozmaya başlamıştır. Bu dönemin dikkat çeken metinlerinden birkaçı Elaine Showalter’a ait “A Literature of Their Own: British Women Novelists from Brontë to Lessing (Kendilerine Özgü bir Edebiyat: Brontë’den Lessing’e İngiliz Kadın Romancılar) (1977)”, Ellen Moers’e ait “Literary Women (Edebiyatçı Kadınlar) (1977)” ve Sandra Gilbert ve Susan Gubar’a ait kapsamlı bir çalışma olan “The Madwoman in the Attic (Tavan Arasındaki Çılgın Kadın) (1979)” eserleridir.

Elanie S. İngiliz Edebiyatı’nın 19. ve 20. yüzyılını irdelediği kitabında, kadın romancıların ilgili dönemde kendilerine has bir edebiyatı inşa etme konusunda yaşadıkları zorlukları konu alır. Gilbert ve Gubar ise erkek yazarların, “melek ve canavar” imgeleriyle birlikte edilgen, mazoşist ve fedakâr kadın imgelerini, gerek metinlerinde yarattıkları kadınları gerekse kadın yazarlar da dahil bütün kadınları kontrol etmek amacıyla kullandıklarını ileri sürerler.

18 ve 19. yüzyıldan günümüze gelsek de kadını ve toplumdaki yerini hâlâ bir türlü kavrayamamış olan insanlar çoğunlukta. Toplumsal cinsiyet rolleri kıskacında kalmaya razı olmayan, anne – ev kadını – yaşlı bakımı – çocuk bakımı gibi rollerle yetinmek istemeyen, mücadeleci ve hatta birçok alanda kazanımlar elde eden kadınlar erkek egemen sistemde halen bir tehlike olarak görülmektedir. O zaman sevgili kız kardeşlerim daha çok yazarak, okuyarak, mücadele ederek, isyan ederek, ses çıkararak, sokaklara dökülerek, sosyal ve kamusal alanlarda haklarımızı arayıp kazanım elde ederek tehlike arz etmeye devam!

 

Kaynaklar:

http://bitly.ws/HcbS

http://bitly.ws/Hcc2

 ARGASDİ FOTO KADIN YAZARLAR