Yazın Ardından – Celal Özkızan

Çok sıcak bir üç ayı geride bıraktık. Sadece Kıbrıs’ın bilindik sıcakları değildi bizi yakıp kavuran. Gündem de bir o kadar sıcaktı.

Geride bıraktığımız üç aya damgasını vuran milliyetçi hamaset, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığıydı. Önce adanın kuzeyinde başladı çığırtkanlık. Apostolos Andreas Manastırı’nın iki odasının mescide çevrileceğiyle ilgili gürültüler yükseldi. Daha ne olup bittiği anlaşılmadan, bu kez de gazeteci Ali Kişmir’in üç yıl önce yazıp kendi sosyal medya hesabından paylaştığı bir yazıya karşı “Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nı hedef gösteren bir yazı yazdığı ve kurumun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği” gerekçesiyle dava açıldı ve Kişmir’in 10 yıla kadar hapsi istendi. Dava konusu henüz gündemdeyken, Apostolos Andreas Manastırı’nda bir provokasyon daha meydana geldi. Manastırda iken kendini kameraya alan bir şahıs, önce manastırın içinde, ardından da manastırın papazının yanında kelime-i şehadet getirdi. Manastır’a dair yaşanan bu iki gelişmenin dumanı henüz tüterken, bu sefer de Pile’de Birleşmiş Milletler ile kktc güvenlik güçleri arasında Yiğitler-Pile yolu yapımına ilişkin ciddi bir gerginlik yaşandı. Gerici siyaset zincirinin son halkası ise ders kitaplarında yapılan ve Kıbrıslı Türk eğitim bilimcileri başta olmak üzere halkın ciddi tepkisine konu olan laiklik karşıtı ve ayrımcı değişikliklerdi. İki devletli çözüm adı altında 40 yıllık kktc’yi tanıtma politikasını vaat olarak topluma pazarlayan Kıbrıslı Türk sağının, bu vaatlerini bırakın yerine getirmeyi, bu vaatlerini yerine getirmek için bir yol haritasının bile olmadığı bir ortamda dini gericilik ile milliyetçi hamasetin, kışkırtmanın ve provokasyonun sürmesi bizi şaşırtmamalı.

Bu baş döndürücü gelişmelerden henüz başımızı kaldıramadan, bu sefer de adanın güneyinde tehlikeli gelişmeler ardı sıra yaşanmaya başladı. Önce Baf’a bağlı Glorakas köyünde içinde ELAM’cıların da bulunduğu faşistler toplu halde Suriyeli mültecilere saldırdı. Faşistlerin köydeki mültecilerin evlerine, dükkanlarına ve araçlarına gerçekleştirdiği saldırıda arabalar ters çevrildi, taşlı saldırılar gerçekleşti. Bu saldırının üzerinden bir hafta geçmeden, bu kez Limasol’un göbeğinde göçmenlere ve yabancılara yönelik büyük bir saldırı gerçekleşti. “Kıbrıs Yunandır” sloganıyla yürüyen ve ellerinde Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı taşıyan 200 civarında faşist ırkçı, etraftaki ‘yabancı görünümlü’ herkese saldırdı, Limasol’u ateşe verdi. Vietnam kökenli bir kadının dükkanı paramparça edildi, Suriyeli bir adama ise “Kıbrıs’ta sana yer yok” denilerek toplu halde saldırıldı, bir berber dükkanı yakıldı.

İki tarafın sağcıları ortalığı böyle ayağa kaldırmadan önce, Kıbrıs’ın kuzeyinde her zamanki gibi geçim derdi konuşulmaktaydı. Halkın ilgi göstermediği ara seçimlerin ardından gündem, asgari ücretin bir türlü belirlenememesi, yetersiz hayat pahalılığı artışı ve özel sektör çalışanlarının güvencesiz çalışma koşullarıydı. Özel sektör çalışanlarının derdine derman bulmak için asgari ücretin en düşük kamu maaşına endekslenmesini, özel sektörün sendikalaşmasını, servet vergisini ve çalışma yasalarının işyerlerinde uygulanmasını gündemine bile almayan egemenler, bu esnada limanlarımızın da özelleştirilmesi için kollarını sıvıyordu. Mağusa Limanı’nın özelleştirilmesinin sözcülüğünü ise, adeta ülkenin valisi edasıyla açıklamalarda ve adımlarda bulunan Türkiye’nin kktc büyükelçisi Metin Feyzioğlu yapıyor. Bu bakımdan, 14 Ağustos’da Anonim Gençlik, Baraka Kültür Merkezi ve Bağımsızlık Yolu’nun organize ettiği “Bağımsız Kıbrıs” yürüyüşü ve eylemi, daha da bir anlam kazanmıştı.

Hükümetin başta yangın helikopteri olmak üzere yangına dair hiçbir ciddi önlem almadığını düşündüğümüzde, bölgemizde çok ciddi yangın felaketleri yaşanırken, Kıbrıs’ın kuzeyinde böyle bir felaket yaşanmadığı için kendimizi şanslı hissettiğimiz bir yaz geçirdik. Elektrik konusunda ise o kadar da şanslı değildik. Kesintiler ve yüksek elektrik faturaları artık sıradanlaşırken, KIB-TEK’ten daha pahalıya ve alım sözleşmeli bir biçimde elektrik üreten ancak sözleşmenin gerekliliklerini yerine bile getirmeyen AKSA’nın kamulaştırılmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha idrak ettiğimiz bir yaz dönemi geçirdik. Yaz dönemini can sıkıcı kılan bir başka gelişme ise halihazırda sahillerimize ve denizlerimize el koyup girişte yasadışı bir biçimde haraç kesen özel işletmeler yeterince başımızı ağrıtmıyormuş gibi, Mare Monte ve Kervansaray’ın da peşkeş çekilmesinin gündeme gelmesiydi.

Tüm bunlar yaşanırken, giriş-çıkış kapılarımız ise delik deşik olmuş haldeydi. Sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillenen -ya da bir türlü şekillenmeyen- muhaceret politikası ciddi bir sorun haline gelmiş durumda. Kimlikle girişlerin derhal durdurulması, online vize uygulamasının hayata geçirilmesi, kapılarda görevli personelin tam yetki ile donatılması, giriş sırasında titiz kontrollerin uygulanması, işsizlik makul bir oranın altına inene kadar mevcut çalışma izinlerinin yenilenmesi dışında yeni çalışma izni verilmemesi, öğrenci adı altında giriş yapan kişilerin sorumluluğunun üniversitelere yüklenmesi ve inşaat şirketlerinin referansları doğrultusunda ülkeye zengin yabancı müşterilerin rahatça sokulmasına son verilmesi artık elzem hale gelmiş durumda.

Peki bu boğucu, yakıcı, karanlık ve baş döndürücü gündemlere karşı nasıl mücadele edebiliriz?

Ağustos ayında, hayatını işçi sınıfının emek mücadelesine adamış, halkların kardeşliği, barış ve sosyalizm mücadelesinde son ana kadar bayrağı yüksekte tutan mücadele yoldaşı Mehmet Seyis’i kaybettik. Seyis’in hayatı, emek mücadelesinin öneminin ve merkeziyetinin bir sembolüydü. Barışın, özgürlüğün ve refahın ancak emek mücadelesini merkeze ve büyük sermaye ile ultrazenginleri de karşısına alan bir siyaset tarzı ile mümkün olabileceğini bize hatırlatan bir hayat yaşadı Mehmet Seyis. Bu baş döndürücü gündemde başımız dönmeden ve ayaklarımızı yere sağlam basarak hareket etmenin yolu da emekçilerin taleplerini bayrağı yapan bir siyasetten ve mücadeleden geçer.

seyis