Yaprak Döker Bir Yanımız – Celal Özkızan

Mevsimsel geçişlerin insan üzerindeki etkisi geçmişe kıyasla günümüzde farklı. Bunun iki sebebi var: Birincisi ve en önemlisi, toplumların gelişmişlik yapısının mevsimlerin üzerimizdeki gündelik etkisini ciddi şekilde azaltabilecek kapasiteye sahip olması. Örneğin, kışın ısınacak ve yazın serinleyecek teknolojilere sahibiz. İkinci ve gittikçe artan öneme sahip olan sebep ise küresel ısınma olgusu. Hem mevsimsel geçişlerin hem de bizatihi mevsimlerin geçmişe kıyasla farklılık arz ettiği bir sürecin içine girmiş bulunuyoruz.

Bu iki sebebe baktığımızda, toplumların hayatı dönüştürme ve yüceltme kapasitesi artarken, büyük felaketlere ve eşitsizliklere yol açabilme kapasitesinin de arttığını görebiliyoruz. Bir bakıma, içinde bulunduğumuz kültürel atmosferin de özeti gibi aslında bu ikilik. Bir yanda teknolojik mevcudiyetin yarattığı uyuşturucu konfor, öte yanda küresel ısınmanın çaldığı tehlike çanlarının yarattığı tedirginlik; bir yanda kalkınmanın, üretim kapasitesinin ve ekonomik gelişmişliğin yarattığı baş döndürücü hayaller, öte yanda yeryüzündeki insanların büyük bir çoğunluğunun bunca imkândan ya nasibini alamaması ya da biraz olsun alabilmek için bir ömür tüketmek zorunda olması…

Bu savrulmuşluk hali, kişisel düzeyde de kendini hissettiriyor. Bir yanda yalnızlaşmaktan, izole olmaktan, tek başına kalmaktan, bir başına debelenmekten duyulan mutsuzluk; öte yanda ise ister bir evlilik olsun isterse siyasi bir örgütlülük, bir şeylerin parçası olmayı sürdürmenin gittikçe zorlaşması… Bu savrulmuşluk hali, toplumsal hayattaki gerçek ilişkilerin diyalektiğinin bir yansıması aslında. İnsan, doğası gereği toplumsal bir karaktere sahiptir. Bu hiç de öyle “romantik” gerekçelerden ötürü değildir. Aksine, insan grupları ihtiyaçlarını ancak birlikte üreterek karşılayabilirler. Bu gerçek, günümüzde geçerliliğini tarihte hiç olmadığı kadar koruyor. En küçük işletmelerin bile ciddi bir işbölümüne dayandığı, girdileri ve satışları için yerel, ulusal ve uluslararası karmaşık lojistik ağlara bağımlı olduğu, yani hayatı üretmenin koşulunun en başta bir aradalık ve karşılıklı bağımlılıktan geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Ne yazık ki içinde yaşadığımız kapitalist üretim tarzı, hayatı birlikte üretmemize rağmen üretimin kaynaklarını kapitalistlerin elinde toplayıp üretimin meyvelerini de hiç adil olmayan bir şekilde dağıtıyor. Aynı şekilde, birbirimize karşılıklı olarak bağımlı olmamıza rağmen, kapitalist üretim tarzı, hiyerarşik, sömürüye dayalı ve antidemokratik bağımlılıkları bu karşılıklı bağımlılığın üzerine zorla giydirmeye çalışıyor.

İşte uyanış, hayatı ve ihtiyaçlarımızı üretmenin gereği olan bir aradalığın ve karşılıklı bağımlılığın, yani dayanışmanın üzerine kara bir bulut gibi çökmüş kapitalist sömürüyü sırtımızdan atmak demektir.  Gerçek ve bahara yaraşır bir uyanış ancak böyle mümkündür. Bu kara bulut dağıtılmadan güneşin kendisini değil ancak gölgesini görebiliriz. Hayatı biz birlikte var ederken, hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair tepemizde sürekli dolanan kara bulutlar bize bir arada olmamayı, yalnızlaşmayı, tek başına kalmayı, kişisel hırsların ve kariyerlerin peşinde koşmayı salık veriyor durmadan. İşyerlerinde onlarcamızı, yüzlercemizi, binlercemizi bir araya getiren sistem, sokağa çıkıp bir araya geldiğimizde “dağılın” diye haykırıyor bize. Süpermarketlerde, alışveriş merkezlerinde, banka veznelerinde, sabah trafiğinde onlarcamızı, yüzlercemizi, binlercemizi bir araya getiren sistem, değişim için bir araya gelip örgütlendiğimizde “uğraşmayın böyle şeylerle, her koyun kendi bacağından asılır” diyor.

Hayat bizi bir araya getiriyor, baskın kültür ise bizi yalnızlaştırıyor. Tam da bu yüzden, “kültürümüze sahip çıkmak” ifadesi tek başına bir anlam ifade etmiyor. Sahip çıktığımız kültür hangisi? Başımızdan atmak istediğimiz hangisi? Geçmişten gelen her şeyi sorgusuz sualsiz devralmak mıdır kültürümüze sahip çıkmak, veya bugün önümüze konulan her şeye “yenilik” ve “değişim” adı altında sorgusuz sualsiz atlamak mıdır? Peki ya, kendi monoton konfor alanımızın dışına bizi zorlayacak her çağrıyı elimizin tersi ile itmek midir kültürümüze sahip çıkmak?

Peki asimilasyon sadece bir parkın adının değiştirilmesi, bir mahalleye yuvalanan tarikat evi, küçücük çocukların zihnini esir alan Kur’an kursları, okullarımız ve hastanelerimiz dökülürken dikilen devasa camiler midir? Her gün işyerlerinde sermaye birikimine asimile edilen emeğimiz, kâr odaklı piyasa gericiliğinin alınterimizin iradesini yok sayarak dayattığı çalışma koşulları ve kamusal olan her şeyi sorgusuz sualsiz yutmaya ant içmiş neoliberal ekonomi politikaları yozlaştırmamakta mıdır kültürümüzü?

Emek ile kültür, birlikte yoğrulur. Asimilasyon ile piyasa, kendi harçlarını istedikleri gibi karabilmek için emeği kültürün karşısına, kültürü emeğin zıttına koyar. Ancak, harcı yoğuran emektir, hayatı kuran ellerimizdir. Hayatın gerçek akışı içinde emek ve kültür hep birliktedir. Geçmişin mirası, ancak bu birlikteliği güçlendirdiği ve bu birliktelik kültürünü toplumda norm haline getirebildiği ölçüde anlamlıdır; tıpkı bugünden geleceğe aktarmak için sahip çıkmamız gereken kültürel değerlerin de bu birlikteliği içerenlerden oluşması gerektiği gibi…

Bahar diye yalancı güneşlere uyanmak istemiyorsak, kırda açan çiçeğin üzerinde ticari tarım kimyasallarının kokusunu duymak istemiyorsak, kültürü emeğimizle yoğurmalı, asimilasyona hayatın her alanında karşı çıkmalıyız. Gericilikten korkma, geç kalmaktan kork! Umutların kuşatılmasın, bu abluka dağıtılacak!

 

WhatsApp Image 2023-06-16 at 08.56.43