Argasdi’nin insan dosyalı 45. sayısında insan ve doğa ile ekoloji ilişkilerine “Çevre sorunlerına insan merkezci yaklaşım ve ötesi” isimli makalede ele aldık.
Nazen Şansal
nazen_sansal@yahoo.com
İnsan odaklı olmak, insanı merkeze almak, önce insan… Genelde olumlu duyulan ve içinde yaşadığımız, daha doğrusu yaşamaya çalıştığımız kar düzeninde, insana dair olana yaptığı vurgu sebebiyle sıkı sıkı sarıldığımız cümleler… Ancak konu çevre ve ekoloji sorunları olunca işler değişiyor; aynı cümleler, bu kez sığ, hatta sorunlu bir hal alıyor. Çünkü artık küresel ölçekte yaşanan ekolojik krizlerle apaçık farkındayız ki insan merkezcilik, doğanın ve dolayısıyla insanın sonunu hazırlıyor.
Bu iş bu hale nasıl geldi?
Eski çağlarda bilimin amacı doğanın düzenini anlamak ve onunla uyum içinde yaşamaktı. Aydınlanma döneminden itibaren ise bilim, doğayı anlamak yerine, doğaya egemen olup onu denetleyecek bilgiyi elde etmeye evrildi. Ortaçağlarda bakış açısı organik iken, dayandığı temel sistem, ekolojik davranışa yatkındı. Dünyanın yaşayan bir organizma ve besleyen bir ana şeklinde düşünülmesi, insanların eylemleri üzerinde dizginleyici bir unsurdu. Kişi anasını kolayca katledemez, bağırsaklarını altın için deşemez veya vücudunu sakatlayamazdı. Ama bilimin gelişmesi ve makineleşmesi ile doğayı koruyacak son sınır da ortadan kalktı, kültürel engel yok oldu. Böylece bilimsel bilgi “kendimizi doğanın efendisi ve sahibi” yapmak amacına hizmet için kullanıldı. (1)
Çevre-insan etkileşimine insanın geçirdiği evrime bağlı olarak bakıldığında, insan başlangıçta çevre karşısında güçsüzdü ve ona bağlıydı. Fakat, zamanla bu ilişki, insanın çevreyi denetleme ve hatta çevre üzerinde egemen olma yolunda gelişti. Kentleşmenin ortaya çıkması, bilim ve teknolojideki ilerlemeler, insanın doğayı daha fazla işlemesine vesile oldu, tek tanrılı dinler de insanın doğanın efendisi olduğu fikrini besledi. Endüstrileşme ve kapitalizm ile doğal kaynakların sömürülmesi ve kirlilik arttı, küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin azalması, “doğal” afetler gibi büyük çevresel felaketler ortaya çıktı. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak insan çevresi ile ilgilenmeye, çevreyi korumaya ve iyileştirmeye başladı. (2) Ama farklı perspektiflerle…
İnsan merkezli çevrecilik ve ekolojizm
İnsan merkezli çevrecilik, insanın doğaya hükmetme düşüncesini sorgulamayan, ideolojik açıdan tarafsız kalan ve insan yaşamını doğrudan ilgilendiren sorunların çözümü ile ilgilenen, sorunların kaynağına ilişkin çıkarımlarda bulunmayan hareketleri tanımlar. İnsan merkezli çevreciliğin en önemli açmazlarından biri de mevcut üretim sistemini ve insanın, yaratılan tüketim alışkanlıklarını eleştirmemesidir.
Hepimiz çevreciyiz! İdeolojisi, toplumsal sorunlara bakışı, sınıfsal konumu, kültürel yapısı fark etmeksizin yediden yetmişe, sağcısından solcusuna, herkesin çevreci olduğu bir çağda, bir ülkede yaşıyoruz. Bazı sivil toplum örgütleri toplumsal mücadelenin dışında, kendilerine çizilen çerçeve içerisinde kalarak çevreci faaliyetler yaparken, çevreyi en çok kirleten ama “sosyal sorumluluk” sahibi şirketler de çevre kampanyalarına sponsor oluyor. Tüm bunlar, sistemi sorgulamadan, insanı merkeze alıp, insanın sorunlarını kısa vadeli çözmeye çalışan bir çevrecilik anlayışıyla yapılıyor. Böylesi bir çevreciliğin kirliliğe çare olamayacağını ortaya koymak için teorik eksikliklerini veya çelişkilerini sayfalarca anlatmak yerine dünyamızın ne kadar yaşanabilir olduğuna bakmak yeterlidir. (3)
Ekolojizm kavramı ise, en temelde insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi sorunsallaştıran, çevre sorunlarının sadece insanlar üzerindeki etkisi ile değil aynı zamanda diğer varlıklar üzerindeki etkisini de değerlendirmeye katan, dolayısıyla, kavramın türetildiği ekoloji kelimesinin ima ettiği bütüncül bakış açısına sahip yaklaşımları anlatır. Ekolojistler, her şeyden önce, insan-doğa ilişkisine dair yeni bir tanımlama ile ekolojik krizin aşılabileceğini söylerler. Çevreciler ise, insan doğa ilişkisinde kökten bir değişim yerine, var olan sistemin olanakları içerisinden yürütülecek reformist bir tavra sahiptir. İşte bu nedenle doğayı en çok kirleten, hayvan türlerini, insan sağlığını tehdit eden şirketler de çevreci faaliyetlerle boy gösterebilmektedir.
Derin ekoloji, toplumsal ekoloji
Ekolojist hareketler içinde de temel iki yönelim vardır: Mistik bir doğaya dönüş hedefiyle insan merkezciliğin eleştirisi üzerine kurulan derin ekoloji ve ekolojik krizin kaynağını, toplumsal yaşamın örgütleniş şekillerinde bulan anlayışların temsilcisi olarak toplumsal ekoloji…
Derin ekoloji, “çevre sorunları” altında düşünülebilecek tüm sorun ve felaketlerin son kertede çağımıza egemen olan insan merkezli bir dünya görüşünden kaynaklandığını savunur. Buna göre çözüm, insan merkezli bakışı terk edip, “doğa merkezli” bir anlayışa doğru evrilmekten ve tüm politika ve kurumları da bu anlayış çerçevesinde yeniden düzenlemekten geçiyor. Bu düşüncenin, insanı toplumsallığından sıyıran ve onu tümden doğanın kanseri ilan eden yönü, tüm insanlığı aynı potada eriterek sınıflı toplumsal yapıyı görmezden gelir. Toplumu, doğaya yabancı olarak gören boyutu ise tarihselliği göz ardı eder ve toplumu var olana indirgeyerek bugünde dondurur. Oysa insanlık doğadan ayrılamayacağı gibi toplumsal olan da ekolojik olandan ayrılamaz. Ayrıca teknolojiyi tümden reddetmek olanaksız olduğu gibi teknolojinin kimin hizmetinde olduğuna göre doğaya, hayvanlara ve insanlığa faydası olabileceği de bir gerçektir. Kaldı ki bugünün yakıcı çevre sorunları karşısında, kendi ekolojik dünyasında temiz ellerle yaşayan kişilere değil direnişte aktif olan insanlara ihtiyaç vardır.
Toplumsal ekolojinin bakış açısından bakıldığında, yeni bir ekolojik toplumun inşasını oluşturacak ilkeler, köklü bir toplumsal değişimi hedeflemelidir. Toplumsal ekoloji, şu anki sınıflı ve hiyerarşik topluma alternatif olarak tahakkümü bertaraf eden, özgürlükçü, demokratik yapılanmalarla oluşan ekolojik bir toplumu hedefler. Bazı haklı eleştirilere göre toplumsal ekoloji de derin ekolojiyle aynı politik yanılgıya düşmekte, yani hiyerarşinin tüm biçimlerini mahkum ederek ekolojist hareketin mücadelesinin yönünü belirsizleştirmektedir. Bu düşünce, kendisini anti kapitalist olarak ifade etmesine rağmen, devlet ve sınıflar arasındaki ilişkileri göz ardı etmektedir. Zira toplumsal ekoloji, devlet içinde yer etmiş tahakküm ile mücadele etmek isterken, devletin ana işlevinin sınıf sistemini güvence altına almak olduğunu; aslında bu iki yapının, sınıf ile devletin, birbiriyle mutlak bir bağımlılık içinde olduğunu, dolayısıyla biri olmadan diğerine atıfta bulunulamayacağını görmezden gelmektedir. Ayrıca toplumsal ekoloji, tüm türleri eşitlemekle hiyerarşiye bağlı olmayan farklılığı da göz ardı etmektedir. Doğanın hiyerarşik bir yapısı olduğunu iddia etmekle, doğanın adem-i merkezi bir yapıya sahip olduğunu, dolayısıyla hiyerarşinin olmadığı bir toplumsal düzenin doğrudan doğayla uyum içinde olacağı iddiası aynı yanlış düşünce şeklinin iki farklı sonucu olarak kendini gösterir. (4)
Farklı ekolojizm yaklaşımlarının ortaya çıkmasının bir sebebi de Sovyetler’deki sosyalizm deneyiminin, pek çok sorunun çözümü gibi ekolojik sorunun çözümünü de sağlayamaması ve hayal kırıklığıyla sonuçlanmasıdır. Oysa çevre sorunlarını, Marksizm içinde kalarak ve reel sosyalizm deneyiminden dersler çıkarıp, devrimden sonraki cennete havale etmeden çözmenin yolu var.
John Bellamy Foster’in bir röportajında belirttiği gibi “Birçok sosyalist çevrecidir ve birçok çevreci de sosyalisttir. Aslında Marksizm ve ekolojinin hem klasik olarak hem de bugün aynı sonuca götürdüğü kanısı mevcut. Marx’a göre hedef, insanlık ve doğa arasındaki metabolik ilişkinin ortak üreticiler tarafından akla uygun biçimde düzenlendiği bir toplumun inşasıydı. Marksistlerin ve ekolojistlerin paylaşabileceği ortak emek bakımından, sosyal adalet ve çevresel sürdürülebilirlik… İnsanlığı kurtarmak ve dünyayı kurtarmak. Biri olmadan diğerinin başarılı olmasını bekleyemezsiniz ve mevcut sistemde ikisi de mümkün değildir. Sistem içinde toptan bir çözüm yoktur. Ancak toptan çözümlere kendi mantığına aykırı biçimde diğerine, halk kontrolündeki sisteme dönüşümde pay sahibi olan sistem içinden katkıda bulunabiliriz. Yeni toplum, eskisinin dölyatağından ortaya çıkacaktır.”
Foster, “Marx’ın ve özellikle Engels’in, insanın yıllarca tahakkümü altında bulunduğu doğal güçlerden kurtularak doğanın efendisi olmasını kutsadığı” savına karşı, gerçekte kutsananın “insana doğa ile olan ilişkisini yeniden düzenleyecek kapasiteyi veren tarihi değiştirebilme ya da tarihin hakimi olabilme gücü olduğunu” savunur. “Bu güç insana ihtiyaç ve potansiyellerinin farkına varabildiği bir özgürlük ortamında doğa ile ilişkilerini yeniden düzenleme kapasitesi verir.” (5)
Marx’ın düşüncesindeki tarih anlayışı, doğayı diyalektik süreçle açıklaması gibi unsurlar, onu ekolojik düşüncenin referans noktalarından biri yapmıştır. Marx’a göre doğa insanın inorganik bedenidir, bizzat insanın kendisinden başkası doğadır ve insan doğada yaşar… O halde insan doğanın bir parçası olduğu için kendi kendisi ile bağlantılıdır. Fakat kapitalizmin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan doğa-insan bölünmesi, metabolizmada onarılamaz bir yarılma yaratmıştır. Diğer taraftan Marx’ın düşüncesinde merkezi önemde olan insanın doğadan yabancılaştırılmasına yönelik eleştirileri de onun ekoloji düşüncesine yaptığı katkılardan biri olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak
O halde; insan odaklı olmak, insanı merkeze almak, önce insan… Ama insanın doğanın hakimi değil, ayrılmaz bir parçası olduğunu bilerek ve bu cümleleri, “insan” yerine eş anlamlısını, “doğa”yı koyarak okuduğumuzda da aynı anlamı içerecek şekilde…
(1) İnsan Doğa İlişkisi Tasarımında Radikal Dönüşüm: Derin Ekoloji, Hasan Yaylı, Refik Yaslıkaya
(2) İnsan Merkezli Çevre Anlayışından Doğa Merkezli Çevre Anlayışına, Necmettin Özerkmen
(3) Kirliliğe Alternatif Çevrecilik mi? Nazen Şansal, Argasdi Sayı 23
(4) Toplumsal Ekolojiye Yöneltilen Eleştiriler, Sanem Yardımcı, Val Plumwood
(5) Ekoloji ve Marksizm Üzerine Düşünceler, Gülsüm Emek Aytaç
Recent Comments