Yaşam boyunca biriktirdiğimiz birçok anıyı unuturuz; ağzımızdan çıkmış birçok söz o an’a takılıp kalır. Ancak bazı sözler vardır ki duyduğumuzda yüzümüzde minik de olsa bir tebessüm yaratır; işte bunlardan biridir İnnik Minnik Tatarinnig… Hiçbir anlamı olmadığı halde duyduğumuz anda sanki sihirliymişcesine bizi çocukluğumuza götüren, oyunlarda ebeyi seçmeye yarayan tekerlemenin başlangıcı…
Oyun, yaşamın başlangıcı sayılabilir. Başkalarıyla etkileşime geçmenin, sevinme ve üzülmeyi tatmanın, eğlenmenin, gerçeklerle yüzleşip başa çıkma yolları aramanın başladığı ilk aktivitelerdir oyunlar. Bebeklikte kendi el hareketini keşfetmenin şaşkınlığı ile başlayan, ardından bir çıngırağın eşlik ettiği oyun. Büyüdükçe arkadaşların ya da yetişkinlerin eşliği ile çeşitlenen, şenlenen oyun. Ve maalesef bazılarımız için, daha da büyüdükçe yok olan ama ruhen hep ihtiyaç duyulan oyun, gelip geçici bir eğlence olmanın çok ötesinde anlam barındırıyor aslında. Hatta belki de en kötüsü, çocukluğunda dahi yeterince oyun oynayamamış olmak. Yeterince dediğimizse 10-12 yaşlarına kadar, günün büyük bir bölümünde insanlarla ve oyun malzemeleri ile oynanan oyun süresi. Yazık ki şu dönemde çocuklar günün büyük bir bölümünü okulda, geriye kalan bölümünü ise oyunla çeşitlendirilmemiş faaliyetlerde geçiriyor. Daha çok küçük yaşlarda ya dersten derse koşuyor ya da teknolojik kurgulanmış oyunlarla vakit geçiriyorlar. Yetişkinlerin hayat karmaşası içinde verdikleri kavga, çocuklarla oyun oynamaya fırsat kalmayacak kadar büyük. Çocukluğu kötü bir döneme denk gelmiş tek çağ şimdiki dönem değil elbet. Bundan 50-60 yıl öncesi dönemde yaşamış çocuklar, yoksulluktan çalışmak zorunda kalmış, savaş bulutları altında bir köşede saklanmış çocuklar… Hayatları oyun oynayamayacak kadar zorlu geçmiş, çocukluklarına dair hatırladıkları çok az oyun olan o insanlar da eksik kalmışlar.
Oyundan doğan kültür
Oyun bilimcilerin yaptığı bazı araştırmalar kesinlik barındırmasa da kültürün oyundan doğabileceğini gösteriyor. Yani bir topluluğun oynadığı oyunların kültürü belirlediğini kanıtlamaya çalışan araştırmalar var. Bunların bazıları insanlığın ilk çağlarında dahi ritüellerin ve çocukların hareketlerinin oyunsal aktivite olduğunu yorumlasa da yeterince kaynak olmadığından bu durum kesin bir sonuca bağlanamıyor.
Kültür oyundan mı doğar bilmiyoruz ama her kültürün kendine has oyunları olduğunu biliyoruz. Kıbrısımızın da tarihin akışında yaratılmış oyunları tabii ki var. Şuan 30’larını yaşayanlarımızın ucu ucuna yetişip oynadığı ve eğer kendi çocuklarımıza oynatmazsak sadece kitap sayfalarında kalacak olan birçok güzel oyun…
Gruplar halinde oynamayı gerektiren ve dolayısıyla yardımlaşmayı, birlik olmayı, grubu takip edip içinde var olmak için ortak kurallara uymayı gerektiren Hırsız Zaptiye, Saklambaç, Milo, Köşe Kapmaca gibi oyunlar… Bedensel kontrol gerektiren ve böylece gelişimi destekleyen Tahtaravalli, Ayakdaşı, Dibino gibi oyunlar… El göz koordinasyonu ve stratejik düşünme gerektiren, özenle hazırlanmış malzemelerle oynanan Beşdaş, Çelik-Çomak, Andrez, Aşık, Pirilli, Döndürek, Topaç gibi oyunlar… Kız erkek ayırmadan oynanan Alaydan Malaydan, Yağ Satarım Bal Satarım, Kapucu Başı gibi şarkıları aklımızdan hiç çıkmayan oyunlar… Kimini oynamak için kasaba gidip kemik almak ve o kemiği güzelce temizlemek gerekirdi; tabii üç karış uzunluğunda bir kamışın da kabuklarını soyup ateşte döndüre döndüre parlatmak da… (Aşık oyunu) Kimisi için aynı büyüklük ve ağırlıkta taşlar toplamak gerekirdi… (Beşdaş, Andrez) Kumaşlar, ipler, samanlar biraraya getirilip bebek yapmak gerekirdi. Yani oyun oynamak için parayla özel üretilmiş araç almak yerine, kullanılmış malzemeleri yeniden değerlendirerek oyun aracı haline getirmek gerekirdi. Grup oyunu oynanacaksa, birincinin kim olacağını belirlemek için atışma yapılır, ebeyi seçmek için tekerlemelere başvurulurdu. Yani cinsiyete ya da yaşa göre değil, cebinden çıkarıp attığın ceviz ya da taşın ne kadar uzağa düştüğü ile belirlenirdi oyuna kimin başlayacağı. Anlamını dahi bilmediğin art arda sıralanmış kelimelerin en sonuncusunda parmağın gösterdiği kişi olurdu ebe. Ve her çocuk çıkan sonuçtan razı olur, oyunun tadına varırdı.
Hani Bana, Hani Bana
Zaman değişiyor, ülkeler gelişiyor. Eskiye takılıp kalmak kimseye fayda vermez. Ancak yeniliklere kapılıp giderken, geçmiş güzellikleri arkada bırakmak gerekmez. Çünkü eski olan her şey kötü değildir; tıpkı yeni olan her şeyin iyi olmadığı gibi… Eskiden de oyunlarda tüfekler vardı; çocukların birbirine vurduğu hatta üst üste atlayarak altta kalanı ezdiği bedensel olarak tehlike yaratan oyunlar vardı. Ancak bu oyunlar, sürekli şiddet içeren ve kızgınlıkta kontrol edilemez bir öfke halinde kendini gösteren bir duygu durumuna sebep olmuyordu. Günümüzde çocukların maruz kaldığı teknolojik oyunlar ve çizgi filmlerin, beynin şiddet merkezini sürekli olarak aktif hale getirdiğini yadsıyamayız. Başka bir örnekle, eskiden de evcilik oyunları vardı; kızlar annelerinin kıyafetlerini giyip rollere bürünürdü. Ancak günümüzde çocuklarımız kendilerini sürekli olarak bir prenses gibi hayal eder duruma geldiler.
Eski zamanlara göre çok çeşitli, nitelikli oyun ve oyuncaklar var artık. Çocuklarımız, uzmanlar tarafından geliştirilen ve faydası kanıtlanmış bu oyunlardan hem fiziksel hem de ruhsal gelişim ve eğlence için faydalanacaklar tabii ki. Peki ya sokak aralarında, mahallelerde, boş tarlalarda, taşlarla, dallarla, tahtalarla, yaprak, tüy, kemik toplayarak oyun yaratan, çamura bulanmış çocukluk..? Kendi çocukluğumuzdan durup da bakarsak kendi çocuklarımıza, sanki “hani bana hani bana” diyorlar. Biz yaşatmazsak onlara Kıbrısımızın oyunlarını, önce kendimiz ihanet etmiş oluruz kendi kültürümüze.
*200’ü aşkın Kıbrıs Çocuk oyunu için; “Kıbrıs Türk Çocuk Oyunları”, Oğuz M. Yorgancıoğlu.
Recent Comments