HASDER’in Uluslararası Gençlik Günleri kapsamında gerçekleştirdiği “Gençler İçin Yeşil Beceriler: Sürdürülebilir Bir Dünyaya Doğru” Yuvarlak Masa toplantısına Baraka Kültür Merkezi’ni temsilen Alaşya Şansal Rahvancıoğlu katıldı.

Konuşmacıların önceden hazırladıkları metinlerini okumalarıyla başlayan yuvarlak masa etkinliği soru cevap bölümü ile devam etti.

Şansal Rahvancıoğlu: “Dünyanın şuanki üretim sistemi ve bu amaçla doğal kaynak kullanımı, tanımı “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetinden ödün vermeden kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak” olan sürdürülebilirlik olgusunun çok dışında olduğunu vurguladı. Sorunun kaynağı olarak kapitalizmi görmezden gelerek, onun sınırları içerisinde “yeşile doğru” adımlar atmanın ve kitlesel değil bireysel yaklaşımlar benimsemenin, sınırında olduğumuz geri dönülmez hasarı düzeltmeye kayda değer bir katkısı olmayacağının altını çizdi ve ekledi:  Sorunu yaratan sistem, bize çözüm yolu sunamaz.

Soru cevap bölümde de, sorunu yaratan sistemin bize çözüm yolu sunamayacağının altını bir kez daha çizdi ve “sistem içi yapılan çevreye duyarlı adımalara karşı değiliz, ancak bu adımların çözüm olmayacağının da bilincindeyiz” dedi.

Okunan metnin tamamını aşağıda görebilirsiniz;

*Burada, hepimiz dünyamızda bırakılan geri döndürülemez hasarın ciddiyeti hakkında belli bir bilince sahip olduğumuz için bulunuyoruz. Bilincimizi yansıtmanın ve bu fikirler ışığında adım atmanın aciliyetinin farkında olduğumuz şüphesiz. Ancak şu da şüphe götürmez bir gerçek ki, dünyanın şuanki üretim sistemi ve bu amaçla doğal kaynak kullanımı, tanımı “gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetinden ödün vermeden kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak” olan sürdürülebilirlik olgusunun çok dışında.

Dolayısıyla, sorunun kaynağı olan kapitalizmi görmezden gelerek, değişmez bir olgu kabul edip, onun sınırları içerisinde “yeşile doğru” adımlar atarak, kitlesel değil bireysel yaklaşımlar benimseyerek, sınırında olduğumuz geri dönülmez hasarı düzeltmeye kayda değer bir katkımız dokunmayacaktır. Çünkü sorunu yaratan sistem, bize çözüm yolu sunamaz. Çünkü bir sistem salt kar amacı güderek üretim yaptığı sürece, başka kaygılara yer olmayacaktır. Çünkü kapitalizm Marx’ın da dediği gibi  “tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini, ancak, bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutarak ilerletir.” Bazı solcuların benimsediği gibi sadece emek en yüce değer değildir; doğa ve emek birlikte bütün zenginliğin iki kaynağıdırlar -ki insan da doğanın bir parçası olduğundan bu iki olgu birbirinde kopuk düşünülemez.

*Sistemin içinden gelen çözümler, örneğin şimdilerde bize satılmaya çalışılan “yeşil kapitalizm” “yeşil ekonomi” gibi kavramlar, her şeyin önüne yapıştırılan bir sıfat haline gelmiş “sürdürülebilirlik”, doğayı en çok kirleten, ciddi bir karbon emisyonuna sebep olan şirketler tarafından, kendi kendilerini yeşile boyamak ve tüketicinin vicdanını rahatlatmak adına sadece sistemi sürdürmeye, emekçiyiyse süründürmeye devam etmeye yönelik adımlardır. Dahası, tüketicileri “bilinçli tüketiciye” indirgemek, bilinçli ol ama tüketici kal, sistem de olduğu gibi, sadece yeşil bir kılıfla sürmeye devam etsin demekten başka bişey değildir. Mesela ülkemizde fosil yakıt kullanan arabaların yerini, yine bireysel araba kullanımını sürdürerek elektrikli arabaların alıyor olması, evet fosil yakıt kullanımına kıyasla tabii ki yararlı bir adımdır. Fakat, bu araçlar için de elektrik üretiminin gerekli olmasından dolayı, üretimlerinde ise doğayı ve çocuk işçilerin emeğini sömürerek çıkartılan kobalt madenine ihtiyaç olduğundan, ve bireysel araba kültürünü sürdürdüklerinden, çözüm değildirler. Yani yine bireysel araba kullanımına devam edelim, ama yeşil ve çevreci kavramı altında vicdanımızı rahatlatalım. Bunun yerine kamusal, sistemli ve doğa dostu toplu taşımanın  geliştirilmesi ve bisiklet yollarının yaygınlaştırılması ulaşım sorununa bireysel değil kitlesel ve planlı bir çözüm olacaktır.

Sermaye, madem tüketici yeşil istiyor deyip, onlara yeşil satar, kendini yeşile boyayıp, aynı doğa katliamını sürdürmekten geri durmaz. Örneğin Türkiye’deki Limak holding, Akbelen ormanlarını katlederken bu şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Özdemir’in Doğal Hayatı Koruma Vakfı Türkiye Şubesi’nin üyesi olduğunun ortaya çıkması, sermaye kendini çevreci göstermeye çalışsa da, yeşil ve kapitalizm kelimelerinin birbirine zıt anlamlı olduğunu apaçık önümüze serer. Ki aynı Limak, Bafra’daki otelini alçak orman arazileri üzerine inşa etmiştir ve halkın anayasal hakkı olan beleşe denize girme hakkını gaspetmektedir.

Buna bir başka örnekse, denize petrol sızıntısı gibi çevre felaketlerine sebep olan, bir güneş ve rüzgar ülkesinde yaşıyor olmamıza rağmen tamamen fosil yakıta bağlı elektrik üretiyor olan, devletin bir sürü paralar ödediği buna rağmen yine de elektriksiz kaldığımız ve hala kamulaştırılmamış olan AKSA’dır. Bildiğiniz gibi KKTC tarihindeki bütün  hükümetler AKSA’ya kıyak geçip alım garantili sözleşmeler yapmaktan geri durmamışlardır. Üstüne bir de yüzsüz gibi çevre konulu yarışmalar yapıp kendini yeşile boyamaya çalışması, durumun trajikomik absürtlüğünün ve sermayenin ikiyüzlülüğünün bir hatırlatıcısı olmalıdır. Bu nedenle kamulaştıma şarttır. Çünkü enerji bir haktır, ve temiz enerji bir ihtiyaçtır.

Tekrar tekrar görüyoruz ki tıpkı kızıl bir kapitalizm söz konusu olamayacğı gibi, yeşil bir kapitalizm de söz konusu olamaz. Çünkü kapitalist sistem sürekli karını arttırmayı, büyümeyi ve genişlemeyi hedefler. Büyümeyen bir kapitalizm olamaz, bu da doğal kaynakların sınırlı olduğu gerçeğiyle çelişir. Amaç toplumun ihtiyaçlarına yönelik planlı bir üretim değil, kar odaklı ve ihtiyaç yaratmaya yönelik bir üretim olduğundan, yeşil odaklı da olmayacaktır. Dolayısıyla biz gençler istediğimiz kadar masum yeşil becerilere sahip olalım, gidip ağaç dikelim, parkları veya sahilleri temizleyelim, sermayenin verdiği zararı, bireysel adımlarla geri döndüremeyiz, Akbelen ormanlarının katliamını geri çeviremeyiz. Taş ocaklarının dağlarımızı oymasını, büyük otellerin pisliklerini denizlere akıtmasını, inşaat şirketlerinin her yeri betonlaştırmasını bunlarda çıkarı olan zihniyeti başımızdan atmadan değiştiremeyiz. Yani sorunların ekonomik kalkınmayı ön plana alan bir sistem, ve sermayeyle işbirliği yapan hükümetler varken kökten çözümü mümkün değildir. Çünkü “yeşil ekonomi” sadece sermaye için yeni değerlenme alanları açmak demektir, doğayı metalaştırmak, özelleştirmek demektir. Insanlar içinse daha fazla sömürü demektir. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma yerine, insani bir kalkınma koyarak, doğayı ve insanı (ki ikisi birdir) merkeze alan bir dünya kurmak zorundayız.

*Ülkemizde ve dünyada yaygın olan bir başka çevreci çözüm anlayışı ise devletler ve şirketler tarafından fonlanan iyi niyetli sivil toplum projeleri ve yine iyi niyetli bireysel postmodern yaklaşımlardır. Bu çözüm arayışları, sorunun  kökenine inmekten, sistemi kökünden değiştirmekten, radikal bir yaklaşım olup olayın siyasal boyutunu dile getirmekten uzak olduklarından yetersiz kalırlar. Toplumda bir bilinç yaratıp çevre sorunları gibi önemli bir konuyu gündeme getirirler, fakat kapitalizmin tabiatı gereği doğayla çelişen karakterini göremez, sınıf ve ekoloji mücadelesinin bütünlüğünü gündemlerine almazlar. Benzer bir biçimde bireysel, postmodern, çevreci adımlar sınıf kavramının üstünü örterek, eleştiriyor gibi göründükleri mevcut sistemin bir nevi sözcüsü haline gelirler.  Bireysel çevreci yaklaşımları benimseyerek bir çözüm sunuyorlarmış gibi gözükseler de, her ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, hem sorunun kaynağını radikal bir biçimde değiştirmeyi hedeflemediklerinden, hem de kitlesel bir mücadele yöntemi benimsemediklerinden, bu yaklaşımlar yetersiz kalmaya mahkumdurlar. Dahası, rejim partileri, bu çevrecilik anlayışı, sistemin dışına çıkmadığından, reformcuklarla çevreci bir tutum takınıp işin içinden çıkmaya çalışır. Örneğin iklim krizine karşı Paris anlaşması ülkemizde oybirliği ile yürürlüğe girmiştir. Iklim krizini önlemek için yetersiz bir anlaşma olmasına rağmen onun bile gereği hiçbir şekilde yapılmamaktadır. (fabrika bacaları ve benzeri)

*Bahsetmek istediğim bir başka tutumsa, iklim krizinin nedenlerini nüfus artışına bağlama eğilimi. Iklim tabii ki yerküre varolduğundan beri doğal olarak da her zaman değişti. Fakat sanayi devriminden bu yana inanılmaz belki de geri döndürülemez bir değişim söz konusu.  Bunun sebebi de fabrikalar başta olmak üzere kapitalist üretim araçları tarafından salınan sera gazları. Nüfus artışı iklim krizinin nedeni gibi gösterilse de verilere bakıldığında bu pek doğru sayılmaz, bu nedenle ana neden gibi gösterilemez. Çünkü gelir dağılımı adaletsizliği, kapitalizm dahilinde ekonomik bir büyümeyle birlikte artar. Bu nedenle gelişmiş ülkeler, daha az nüfuslu olmalarına rağmen, geri bırakılmış ve daha çok nüfusa sahip ülkelere kıyasla daha fazla karbon emisyonuna neden olacaklardır, ki oluyorlar da. Örneğin Oxfam’ın 2015 yılında yayınladığı “Aşırı karbon eşitsizliği” adlı rapora göre; dünya nüfusunun en yoksul kesimini oluşturan 3,5 milyar insan, toplam karbon emisyonunun sadece 10%undan, buna karşılık  en zengin 10%luk kesim ise toplam karbon emisyonunun 50%sinden sorumludur. Zaten Nazım’ın Taranta – Babu’ya Yedinci mektubunda dediği gibi  insanlar “bollukla ölüyor, kıtlıkla yaşıyor” ve Bertolt Brecht’in Tahterevalli şiirinde de edebi bir şekilde anlattığı gibi  “Bütün düzen bir tahterevalli aslında. İki ucu birbirine bağımlı. Yukardakiler durabiliyorlar orada, sırf ötekiler durduğundan aşağıda. Ve ancak; aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece kalabilirler orada.” “Bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden. Yoksa durmaz tahterevalli.”

İşte böyle… bu tahteravallinin farkına varmadan bu adaletsiz düzeni değiştirmemiz mümkün değil.

*Aynı zamanda ekolojik sorunlar sınır, millet tanımadığından, hem tüm dünya halklarını ilgilendiren, enternasyonel dayanışma ile birlikte mücadele etmemizi gerektiren, hem de adamız özelinde konuşursak tüm ada halklarını etkileyen sorunlardır. Doğa, kuzey güney tanımaz, ve bitki örtümüzle ilgili, iklimimizle ilgili, denizlerimizle ilgili herhangi bir mücadele, ada halklarının ortak mücadelesidir. Karpaz da bizimdir, Akamas da… geçmişte çevrecilerin tüm direnişlerine rağmen Karpaz’a elektrik götüren ve milli parkın sermayeye açılmasına hazırlık yapan çevreci ve barış sever hükümetlerimiz de olmuştur tabii ki! Bu nedenle ekoloji sorunlarına karşı oluşacak bir birliktelik barışa doğru da bir adım sayılabilir.  Örneğin her yaz ciğerlerimiz yanıyor diye sosyal medyada paylaştığımız orman yangınları, tüm adamızın ekosistemini etkileyen ve sadece olduğu zaman değil, tüm yıl boyunca ilgilenmemiz gereken bir konudur. Ülkemizin bir tane bile yangın helikopterinin olmaması ve gelmiş gelmiş hiçbir hükümetin yangın helikopteri almaya yanaşmaması, Türkiye’ye bağlı kalmayı bilinçli bir kararla tercih etmiş olması dile getirmeyi bırakmayacağımız bir konudur.

*Peki ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Iklim krizi ve yaşanan doğa talanını önlemek için ne yapmamız lazım? “iklimi değil sistemi değiştir” deniyor ya, bizim de sistemi kökünden değiştirecek, sermayenin karına değil doğaya saygı çerçevesinde halkın ihtiyaçlarına odaklanacak insani bir düzen kurmamız gerekli. Bunun adı da ekososyalizmdir. Ama bu hemen olamayacağı için, reformlar ve sistem içi adımlar biz devrimciler tarafından amaç olmasa da, gerekli ilerlemeler olarak görülür ve desteklenir. Bu tür alternatif tolumsallığa yol açacak hareketler, ekososyalist bilincin kitlelere aktarılmasına ve asıl çözüm olan iktisadi sistemdeki radikal değişime giden bir yol olarak görülmelidir. Mesela, taş ocaklarının kapatılmasını savunsak da, eğer ki illa devam etmeleri söz konusuysa, ciddi çevre vergilerinin alınması için mücadele etmek buna bir örnektir. Örneğin,

AKSA’nın kamulaştırılması

Yenilenebilir güneş ve rüzgar enerjisine geçilmesi

Bisiklet yolları yapılması ve toplu taşıma

Yangın helikopteri alınması ve orman dairemizin geliştirilmesi

Denizleri ve doğayı kirletenlere en ağır cezaların verilmesi

İnşaat şirketlerine sınırlamalar getirilmesi

Eğitim müfredatına uygulamalı ekoloji dersleri konması gibi somut ve acil reformlar için mücadele edilmesi gereklidir.

Dahası, atılacak tüm adımlar sermayeden bağımsız bilimin ışığında atılmalı, bilim insanlarının sözü bizlere yol göstermelidir.

Ve, en önemli nokta şudur ki, siyasal, kitlesel ve iktidarı hedefleyen bir ekososyalist mücadele yürütülmeli, kültür sanat gibi dallar da bu mücadeleye destek olmalıdır. Yani gençlerin en büyük yeşil becerisi örgütlü bir politik mücadeleden geçer.

Son olarak, sadece insan merkezli değil, doğayla bütünleşmiş bir mücadele vermemiz gerektiğini bir kez daha vurgulamak için, Engels’in Doğanın Diyalektiği kitabından kısa bir alıntı okuyarak sözlerimi noktalamak isterim:

“İşte böylece her adımda anlıyoruz ki, hiçbir zaman, başka bir topluluğa egemen olan fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerine kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öteye gitmez.”

Ya ekososyalizm, ya barbarlık!

 

 

hasder 4 hasder3 hasder2 hasder1