
Bir asırdan uzun bir süredir birçoğumuzun hayallerini “muasır medeniyetler” olarak süsleyen yerlere umarsızca yaklaşmayı –ama her ne hikmetse sürekli ıskalamayı– alnına yazmış çevrelerde bu düşünceye paralel olarak bir Batı veya daha somut olarak bir İngiliz hayranlığı sezebiliyoruz. Fakat hiç düşündünüz mü, ya hayalini kuracağımız bir “muasır medeniyetler seviyesi” hiç olmasaydı? I, Daniel Blake, hâlihazırda mevzubahis medeniyetlerde yaşayan sıradan insanların gündelik sorunları gibi görünen fakat aslında bu dışlanmışlığında bir evrensellik taşıyan; insanlara sunulan çözüm ve başa çıkma yöntemlerinin çıkmazlarını, çelişkilerini, tezatlarını ve bu çapraşıklığa boyun eğmeyen sevgiyi ve mücadeleyi Ken Loach’un ustalığıyla gözler önüne seren etkileyici bir yapım. Film, toplumsal yaşantımızda son dönemlerde sıradan insanlar arasında iyice hissedilir olmaya başlayan acziyet deneyimini, sıradan insanlar perspektifinden konu ediniyor. Filmin konusunu kısaca özetleyelim: Ömrü boyunca marangozluk yapmış ama sağlık problemleri nedeniyle işine devam etmesi sakıncalı hale gelmiş 59 yaşındaki Daniel Blake, devletin sağlık problemleri nedeniyle çalışamayan işçilere verdiği destek ödeneğini almakta sorun yaşadığı için bürokrasiyle haşır neşir olmak zorunda kalır. Bürokrasinin klasikleşmiş çileden çıkarıcı problemleriyle baş etmekle uğraşırken -Daniel ayrıca bilgisayarlara ve dijital dünyaya da aşina değildir ve bu durumu işini neredeyse acınası bir komikliğe sürükleyecektir- tek başına çocuğunu yetiştirmeye çalışan genç bir anneyle, Katie’yle ve onun çocukları Daisy ve Dylan’la tanışır. Hızlıca arkadaş olan Daniel, Katie, Daisy ve Dylan bir yandan bürokratik problemlerle baş ederken birbirlerine destek olmaktan asla geri durmazlar fakat muhtemelen içeriden tanıdıkları olmadığı için bürokratik ve ekonomik problemlerini çözmekte de zorluk çekerler. Katie ise öteki yandan tek başına çocuk yetiştirmenin zorluklarıyla baş başadır; senelerce sırada bekledikten sonra yerleştirildiği ufak bir ev hariç malvarlığı -ki o da onun değildirdüzenli bir geliri ve neredeyse yiyecek yemeği yoktur, çocuklarını zor besliyordur. İçinde yaşadığımız düzenin bir “normali” olarak, bu durumdaki kadınların başına gelen onun da başına gelir ve bir rastlantı olduğunu söylemenin zırcehalet olacağı bir karşılaşmadan sonra seks işçiliği yaparak para kazanmaya başlar. Bu durum Daniel’ın, elbette çok zoruna gidecek ve filmdeki düğümler sıkışarak büyüyecektir. Filmi güncel yapan önemli bir nokta, Ken Loach’un bize düz, doğrudan bir çözüm yolu sunmaması. İnsan haklarının en gelişkin olduğu ülkelerden biri olan İngiltere’de bu hakların nasıl göstermelik olabildiği ve hatta insanların haklarının sömürüsü yönünde işleyebildiği gözler önüne serilirken, ana karakterimiz Daniel’ı oynayan oyuncunun gerçek hayatta bir stand up sanatçısı olmasının da getirdiği komedik tonlar, yaşadığı çaresizliğin bir yumuşatılması, sulandırılması veya törpülenmesi olarak değil, onunla mücadele etmenin bir yolu olarak karşımıza çıkıyor. Daniel’in çaresizliğine, Katie’nin yaşadıklarına dertlenmemek zaten mümkün değil; filmin asıl büyüsü bu dertlenmemizin yetmediği, yetemeyeceği ve hatta bazen üzerini örtebildiği yerlerden bize göz kırpıyor olmasıdır. İçinde sevgi ve mücadele taşıyan herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bu filmi, yanında hem gülmekten hem de ağlamaktan çekinmeyeceğiniz insanlarla izlemeniz temennisiyle.