
Nikos Kazancakis’in 1946’da yayımladığı Zorba adlı eserinin iki önemli karakteri vardır. Bunlardan biri olan anlatıcı karakter, yalnız yaşamını terk edip halkın arasına dahil olmak için Girit adasında bir linyit işletmesini satın alıyor ve yolculuğu başlıyor. Girit adasına varmadan Alexis Zorba adında yaşlı bir madenci ile tanışıyor ve ikisi birlikte madeni işletmek üzere anlaşıyorlar. Romanın geri kalanı bu iki karakter üzerine inşa edilmiş durumdadır. Karakterlerin kendi aralarındaki diyalogları, başlarına gelen olaylara karşı verdikleri tepkiler, geçmişleri ile yüzleşmeleri neredeyse romanın tamamını kapsıyor.
Genellikle okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin ve tiyatroların beni iki karşıt görüşün çatışmasının ortasında bırakmasını çok severim. Bu çatışmalar da günlük hayattaki çatışmalar gibi olayın temposunda ve sıcaklığında anlaşılmaz. Ancak geriye çekilip uzaktan baktığımızda çatışmanın seyrinin nereye gittiğini anlayabiliriz. Romanda karşılaştığımız düşünce farklılığı iki karaktere de sirayet etmiş durumda. Zorba hayatı anda düşünüp o anki hisleriyle yaşayan bir karakter. Duyguları onu nereye götürüyorsa orada olmaktan kaçınmayan, hazzın ve hislerinin peşinde koşan birisidir.
Geçmişinde madende çalışırken civardaki yöreden bir kadınla tanışıp işi bırakmış ve tüm parası bitene kadar o kadının yanında kalması buna bir örnektir. Diğer bir örnek, önceleri çömlekçilik işinde çalışırken sadece çömlek yapmasını engelliyor diye o an kalkıp parmağının bir kısmını kesmesidir. Diğer taraftan romanda anlatıcı konumundaki maden sahibi, duygularını ve tepkilerini dizginlemeye çalışan, olaylar karşısında akılcı davranan, dünyevi hazlarına bilerek ket vuran bir karakterdir. Yanından hiç ayırmadığı Buddha’nın bir el kitabı ve Dante’nin İlahi Komedya kitabı onun karakterini anlamamıza yardımcı olan ayrıntılardır.
Aslında yazarın yarattığı bu iki kutuplu yaşantıyı ben kendi hayatımda da hissetmekteyim. Bir yandan duygularımın beni sürüklediği yönlere gitme tutkusu, diğer yanda aklın gösterdiği temkinli ve dingin limanda bekleyiş… Herhalde böyle hissetmekte yalnız değilim; en azından Nietzsche okumalarımda yalnız olmadığımı görüyorum. Çünkü Nietzsche bu konuyu dert edinmiş ve bu durumu daha anlaşılır hale getirmek için iki kavram ortaya sunmuştur. Bunlardan biri Apolloncu düşünme, yani davranışlarımızda ve fikirlerimizde her zaman aklı öncelemek. Apolloncu düşüncede duygular ve içgüdülerle hareket etmek yoktur; sergileyeceğimiz her davranış aklın ve mantığın doğrultusunda olmalıdır. Bunun aksine diğer kavram olan Dionysosçuluk, duyguların ve hazzın bu dünyadaki yegâne önemli şeyler olup aklı ve mantığı sadece onlara hizmet etmesi gereken birer araç olarak görmüştür.
Bu konuya kitaptan bir örnek vermek gerekirse; Girit’in bir kasabasında ikamet eden bu iki arkadaş dul bir kadınla tanışır. (Romanda kadının ismi verilmediği ve bu şekilde tasnif edildiği için olduğu gibi aktarıyorum.) Zorba, Dionysosçu bir düşünceyle kadının çok güzel olduğu, her erkeğin böyle bir kadını arzuladığından bahseder ve maden sahibine kadına yakınlaşması için öğütler verir. Ancak Apolloncu düşüncede olan maden sahibi, kadını her ne kadar arzulasa da bu davranışın Girit’te bulunma amacına uygun olmayacağını söyleyerek Zorba’nın verdiği öğütleri dinlemez.
Romanı okurken acaba Apolloncu olan maden sahibi mi haklı yoksa Dionysosçu Zorba mı haklı diye düşündüm. Sık sık ikisi arasında gidip geldim. Sonra kendi yaşantımı düşündüm. Acaba ben Apolloncu düşüncede bir karakter miydim yoksa Dionysosçu mu? Yoksa her ikisini de aynı anda yaşamak mümkün mü? Bu sorulara hâlâ yanıt verebilmiş değilim. Eğer bahsettiklerim sizlerde de bir soru oluşturduysa, bu sorular üzerine düşünmek için sizleri de bu kitabı okumaya davet ediyorum.
