“Benim kullandığım ve daha önce iktisadi sorunlara uygulanmamış olan inceleme yöntemi, ilk bölümlerin okunmasını hayli güçleştirmiş bulunuyor ve sonuca ulaşmak konusunda her zaman sabırsızlık gösteren ve genel ilkelerle kendilerini dolaysız olarak harekete geçiren sorunlar arasındaki bağlantıyı hemen anlamak isteyen Fransız okuyucuların, bu arzularına hemen ulaşamayacakları için hayal kırıklığına uğramasından korkulur. Bu öyle bir dezavantaj ki, buna karşı, gerçeğin peşinde koşan okuyucuyu önceden uyarmaktan ve hazırlıklı kılmaktan başka hiçbir şey yapamam. Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını tırmanmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir.”
Karl Marx, Yurttaş Maurice La Châtre’a, Kapital’in Fransızca Basımına Önsöz
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, “Televizyon Üzerine” yazdığı incelemesinde, “hızlanmakta olan bir mermiden bile daha hızlı düşünebilen hızlı-düşünürlerin” varlığına dikkat çekerek, “hızlı düşünmek mümkün müdür” diye bir soru ortaya koymaktadır. Zaman kısıtı ve baskısı arttıkça sağlıklı düşünebilmek gittikçe zorlaşır, Bourdieu’ye göre. Öte yandan, geniş geniş düşünebilmek, elbette bir lükstür. Gündelik hayatında çok sayıda sorun ile aynı anda boğuşmak durumunda kalan ve bu boğuşmayı çoğu zaman sakin olmayan bir kafayla ve kısıtlı imkânlar çerçevesinde gerçekleştiren emekçi insanlar için “hızlı düşünmek”, keyfi bir tercih ya da bir zihin tembelliğinden ziyade, pratik olarak kaçınılması çoğu zaman mümkün olmayan gerçek bir dayatmadır. Bourdieu elbette bu durumun farkındaydı ve düşünebilmek için geniş zamanlara sahip olma şartını gönül rahatlığıyla koşmanın aristokratik ayrıcalıktan beslenen bir bakış açısı olduğunu ifade ediyordu. Yine de bu durum, Bourdieu’nün “kültürel fast-food” olarak nitelendirdiği klişe ve vasat düşünce hapçıklarını sürekli tabağımıza iteleyen “fast food’çu düşünürlerin” bilimsel düşünce üzerinde yarattıkları tahribatı görmezden gelmemizi gerektirmiyor.
Düşüncenin “fast foodlaşması”, bilgininki ve fikrinki de dahil olmak üzere bir bütün olarak her türden üretim sürecinin mütemadiyen metalaştığı kapitlist toplumsallaşmadan azade düşünülemez elbette. Bilginin ve fikrin kafa yormaya mahâl vermeyecek basitlikteki ‘kullanım kılavuzlarıyla’ kolayca tüketilir hale gelmesi, standardize edilmesi, klişeleşmesi, vasatlaşması ve değişim değeri cinsinden ifade edilebilir hale gelmesi olarak açıklayabileceğimiz bu metalaşma sürecinin uyandırdığı distopik dinamizm, bundan -çok değil- 150 yıl önceki yerkürenin kurtuluş reçetesiydi.
Aydınlanma, insan ile gerçeklik arasında sürekli “gölge eden” kurumsallaşmış semavi dinlere karşı aklın bir başkaldırısıydı. Unutulmaması gereken şudur ki, bu başkaldırının maddi ve toplumsal bir arka planı vardı; çıkarları birbirinden radikal bir biçimde farklılaşan iki dünyanın güç çatışması: Bir yanda, sarsıcı bir dinamizmle “yeni bir dünya” inşa etmeye koyulan kapitalist rasyonalite, öte yanda, durağan feodal ilişkilere tüm gücüyle tutunan eski dünyanın dogmatizmi. Kapitalist rasyonalite içinde filizlenen aydınlanmış akıl, mevcut olanın radikal ve yıkıcı eleştirisinden ibaret değildi sadece, “kurucu” bir niteliği de vardı. Kapitalist rasyonalite ve ona eşlik eden Aydınlanmacı akıl, feodal ve durağan dünyanın ve ona eşlik eden skolastik aklın reddinden ibaret de değildi. Yıkıcı olduğu kadar yapıcıydı; hatta yıkma motivasyonu, yıkmanın kendi hatrına değil yapmak için “ortalığı temizlemeye” duyulan ihtiyaçtan kaynaklanıyordu – yani yıkarken bile yapıcıydı. Yıkarken yapıcı olan kapitalist rasyonalite, yaparken nasıl yıkıcı olabileceğinin en sarsıcı örneklerini faşizmin, Nazizmin ve kapitalist modernleşmenin gayya kuyularından boşalan her türden karanlık gücün suretinde tüm yerküreye gösterdi. Kapitalist toplumsallaşma, toplumsallaşmanın tekel formu olarak globalleştiği ölçüde de, yıkıcılığını normalleştirdi. “Kötülük” artık sansasyonel değil sıradan.
Acıklı bir biçimde sansasyonel olan ise kapitalist akla karşı açılan günümüz bayraklarının pek çoğunun, kapitalist aklın -artık çürümüş ve kokuşmuş olan- rasyonalliği kadar bile yaratıcı ve yapıcı bir hüviyete sahip olmaması. Günümüz “radikalizmi”, yani komplo teorisyenliğinden tutun da kimlik politikası temelli radikalizme, sağ popülizminden tutun da milliyetçiliklere, spiritüelizmden tutun da koçsuz kaldıkça eli ayağı titreyen yaşamlara kadar uzanan geniş bir yelpazenin radikalizmi, sebep olduğu yıkıntıların karşısına dikilip, evde yalnız kalınca ortalığın altını üstüne getirmiş bir çocuk sorumsuzluğuyla, seyre dalmaktadır. Bunun ülkemizdeki dışavurumu ise umutsuzluğu her gün daha da ikna edici bir biçimde pazarlamanın yollarını bıkmadan usanmadan arayan nihilist ve sinik radikalliktir. Yazılanları okuyup söylenenleri dinledikçe sizi derin ve çaresi olmayan bir tayfalma buluyorsa, sonu asla olmayan bir tünelin içine doğru sürüklendiğinizi hissediyorsanız, bir derdi bin dermana değişmeyecek denli sahiplenen ve derdi kimlik edinen arabesk politik notalar durmaksızın ses veriyorsa kulağınıza… hemen oradan kaçın! Gerçek radikallik umudu mümkün kılmaktan, acıyı bal eylemekten, çürüyenin başına üşüşen aç akbabalar gibi değil de yeni filizlenmekte olanın başında sabırla ama kararlılıkla bekleyen bir bahçıvan neşesi ve dinginliğine sahip olmaktan geçer. Geleceğin bilgisi, bilimi ve aklı laboratuvarlarda, kitaplıklarda, istatistik dokümanlarında, teknik raporlarda ya da araştırma ofislerinde değil başka bir toplumu kurmaya dair umudun ve inancın içinde saklıdır zira.
Recent Comments