Kültürümüzde Düğünler – Şifa Alçıcıoğlu

Onu, hep o güzel bahçesinde otururken hatırlarım. Gancelliyi açtıktan sonra sağlı sollu yağ tenekelerinde sıra sıra dizili çiçekleri karşılardı sizi… Rengarenk mis ve arpa çiçekleri, katmerli laleleriyle mis tütülü bu bahçeden geçtikten sonra güzel yüzlü, beyaz tenli bir kadın çıkardı karşınıza… Nenem ise onu köylerine gelin geldiği haliyle hatırlar. O zamanlar 8-9 yaşlarında bir kız çocuğu olan nenem, şeherden kaçırılıp getirilen gelini diğer köylüler gibi merak eder. Çocuk olmanın avantajıyla gelini görmek için komşu evin penceresine gözünü dayamaktan çekinmez. Gelin, “hamamdan yeni çıkmış, pambuk gibi güzel bir kız”dır koşarak eve haberi götürür.

Onlar severek ve kaçarak evlense de geçmiş yıllarda Kıbrıs’ta evlenmek zorunlu bir ritüel gibiydi. Evlenecek çiftler, çoğunlukla birbirini tanımaz hatta nikâh sonrasında ilk kez karşılaşırlardı. Evlilik olayı, daha çok ailelerin kendi arasında yaptığı sözlü anlaşmayla gerçekleşirdi. Aile arası evliliklere sıkça rastlanır, oğlanın parası yoksa iş yokuşa sürülürdü.

Çocuk yaşta evlendirilen gelinlerin sayısı da az değildi ne yazık ki.  Annem, 11 yaşında nişanlandırılan bir akrabasının yaşadığı travmayı hâlâ acıyla hatırlar. Kendisinden 15 yaş büyük olan damat, evlenene değin şeker getirip kapı aralığından verirmiş. Düğünün ardından, tanımadığı bir adamla yuva kurması beklenen gelin,  13 yaşında bir çocuk olarak onu eve götürmeyen ailesinin ardından çok gözyaşı dökmüş. O dönemlerde yaşanan en büyük acı ise Araplara verilen daha doğrusu para karşılığında satılan kızlardır…

Henüz hiçbir şeyin farkında olmayan çocuk gelinlerin evlendirildiği 1930 ile 1950’li yılların ardından evlilikler de farklılık göstermeye başlar, insanlar görücü usulüyle de olsa evlenmeden önce tanışma olanağı yakalarlar.

Günümüz evliliklerinde kadınların daha fazla söz hakkı sahibi olması, evlilik yaşının büyümesi gibi olumlu etkiler olsa da kadının çalışma yaşamı ardından evdeki sorumlulukları, çocuk ve yaşlı bakımı gibi görevleri yerine getirmeye çalışması evliliklerin hâlâ Ataerkil düzenin bir parçası olduğunu kanıtlar yöndedir. Yine de seven iki insanın hayatını birleştirmesi, bunu insanlarla paylaşması sadece bu küçük ada yarısında değil tüm dünyada aynı şekilde önem teşkil eder.

Peki geçmişte düğün törenleri nasıl gerçekleşiyordu?

Bir zamanlar  “40 gün 40 gece” düğün yaparlarmış. Bu deyiş yerini zamanla “7 gün, 7 gece”ye devretmiştir. Günümüz düğünleriyse birkaç saatlik bir eğlence olarak kurgulanmaktadır. Eski yıllarda ise düğünler 1 haftalık bir süreyi kapsardı. Pazartesi günü

başlayan bu seremoni bir hafta boyunca belirli günlerde devam ederdi. Kadınlar evin avlusunda toplanırken, erkekler de kahvehanede buluşurdu.

İlk gün kadınlar bir araya gelir ve yorgan dikilirdi. Nenemin anlatmasına göre 3 ya da 5 tane olmalıydı. Aslında yorgan sayısı ailenin varsıllığına göre değişirdi ama tek sayı olması adettendi. Üst üste kaplanan yorganların ardından çiftin bebeklerinin erkek çocuk olması için bir erkek çocuk yorganın üzerinde cirilenirdi.

Salı günleri boş geçerdi. Çarşamba gün ise kızın eşyaları yeni evine taşınır, gelin hamamı yapılır, insanlara yemek ikram edilirdi. Kızın kınası, güveyinin ise damat tıraşı gerçekleştirilirdi. O gece testi oyunu oynatılırdı. Kırmanın bereketi artıracağı, nazardan koruyacağı düşüncesiyle ve bekaretin son bulacağı inancıyla testi kırılırdı.

Perşembe gün gelin ve damat aynı eve ilk kez girerlerdi. Erkeğin sağdıç, kızın ise yenge adı verilen yardımcıları olurdu.

Cuma günü ise “paça günü”ydü. O gün gelin hazırlanıp ortaya çıkarılır. Yenge tarafından çarşaftaki kan aile büyüklerine gösterilerek bahşiş toplanırdı. Ardından bir hafta boyunca mübareki sürerdi. Gelin her gün ayrı bir kıyafet giyer ve tebrik kabul ederdi. Mübarekinin son gününde gelinin siyah renk bir gelinlik giymesi de adetler arasında yer almaktaydı. Konuklara şekerleme, lokum, şerbet gibi ikramlarda bulunurlardı.

Tüm bu süreçte çalgıcılara büyük iş düşmekteydi. İnsanları davet eden, eğlenceyi başlatan onlardı. Düplekçi, tefçi ve kemaneciden oluşan ekip kadınlar tarafında, davul, zurna ve kemaneciden oluşan ekip erkekler tarafında bulunurdu. Kadınlar tarafına, bir ya da iki kadın yanında bir de gözleri görmeyen kemaneci davet edilirdi.

Sunulan ziyafetler ise bölgeye göre değişiklik gösterirdi. Bazı bölgelerde herse yapılır, bazılarında ise fırına et ve patates konur, içki ikramı yapılırdı. Günümüzdeki düğünler genellikle uzun kuyrukların oluşturduğu tebrik kabulü şeklinde gerçekleşiyor. İkram olarak pastiş ya da içi dolu adı verilen kurabiyeler sunuluyor. 1990’lı yıllarda bunların yanında sigara ikram etmek de adettendi.

Düğünlerde önemli bir nokta ise giyilen kıyafetlerdi. Günümüzde kadınlar gelinlik denen beyaz bir elbise, erkekler ise takım kıyafet giyerler. 1800 ve 1900’lü yıllar arasında kadınların bindallı olarak bilinen ve şimdilerde kına gecelerinde giyilen simli sırma işlemeli kadife kumaştan giysiyi giydikleri biliniyor. Daha sonraki yıllarda giyilen gelinlikler, taç ve çiçek gibi aksesuarlarla süslenerek kullanılmış ve günümüze değin gelmiştir.

Kadınların mal gibi göründüğü, çocuk yaşta evlendirildiği, parayla alınıp satıldığı zamanlar tarihe kara bir not olarak çoktan geçti. Kadının namusunu çarşafta arayan onur kırıcı zihniyet artık görülmese de “evlenme yaşı” baskısı son bulmuş değildir.

Düğünler geçmişte olduğu gibi insanları bir araya toplayan mutluluğu paylaşan eğlenceli organizasyonlardır. Evlenecek tüm çiftlere de “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine” demek düşer…

 

Kaynaklar:

https://www.acarindex.com/pdfler/acarindex-e04ac889-4bd7.pdf

Kıbrıs Türk Folklorü, Oğuz Yorgancıoğlu.

Fotoğraf Mehmet Altuner’in arşivinden alınmıştır. (9-8-1953, Nesrin- Hüseyin Bacavuz)

 

nesrin- hüseyin bacavuz