Kıbrıs’a dair tanıtımlarda sık duyduğumuz bir cümledir; “Mavisiyle, yeşiliyle harika bir ada!” Her şeye rağmen hâlâ geçerli olan bu cümleyi, yakın bir gelecekte kurup kuramayacağımız, içinde bulunduğumuz endişe verici bu süreç içerisinde bizlerin neler yapacağına bağlıdır.
Havadan, sudan konuşalım…
Bahar aylarında yabani çiçekler zamanından önce açmakta, yenilebilir otlar yıldan yıla azalmaktadır. Çünkü hava sıcaklığı mevsim normallerinden yüksek olup kış ayları az yağışlı geçmekte ve bu da doğanın sunduğu besin kaynaklarının azalmasına sebep olmaktadır. Ekinlerin “güvenle” büyümesi için kullanılan kimyasal ilaçlar hem insan sağlığına zarar vermekte hem de yenilebilir yabani otların ölmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda da kapitalizm için mükemmel bir pazarın kapısı açılmaktadır; “Organik, katkısız besinler!” Kapitalizm önce elimizden doğamızı almakta sonra da doğal olanı tüketebilmemiz için cebimize elini daldırmakta; bizden çaldığını bize satmakta. Dar gelirli insanlar “Acaba bu yediklerimde ne kadar zehir var?” diye düşünürken, zenginler, pahalıya aldıkları sağlıklı yiyeceklerle “güvende” olmanın huzurunu yaşıyor.
Masmavi diye adlandırığımız denizimiz de eskisi kadar güvenli değil artık. Otellerin, “beach club”ların pis suları doğrudan denizlerimize akıyor. Belediyeler bunu denetlemiyor, çünkü sebep oldukları çarpık yapılaşmayla her geçen gün büyüyen şehirlerin atık sularının da nereye gittiği çok aşikâr. Açıklardan geçen gemilerin atıklarını dert ederken, turistik gezi teknelerinin de atıklarını denize boşalttıkları gerçekliğine şahit olduktan sonra, ada insanları olarak yüzmekten korkar hale geldik. Üstüne üstlük yine o kapitalist canavar, “temizlediği” kumsalı tellerle çevirip girmek isteyenden para talep ediyor. Deniz canlıları günden güne çeşitliliğini yitiriyor, cansız bedenleri kıyıya vuruyor, istilacı türler türüyor.
Ne denizimiz deniz gibi, ne toprağımız toprak. Hava derseniz, ne soluduğumuz belli değil… Toplu taşımacılığın olmadığı ülkemizde her evde en az iki özel taşıt… Bu kadar fazla arabanın sadece trafik sıkışıklığı yaratmasından dert yanan bir çok insan, çıkan egsoz dumanını hava diye soluduğunu hiç düşünmüyor. AKSA ve Teknecik elektrik santrallerinin bacasından çıkan kara duman fotoğrafından rahatsız olan herkes, bir araya gelip bir şey yapsa belki çözüm bulunacak ancak sadece söylenmek yetiyor büyük bir kesime. “Neyse ki” bazılarımız santralden uzakta yaşıyor. Ancak adamızın çevresinde durmadan devam eden petrol ve doğal gaz arama çalışmaları hız kesmeden devam ediyor. Hele bir de aranan bulunursa, kapitalizm canavarlarından birkaçı daha servetine servet katacak. Tüm bunlara rağmen adamızın üzerinde devlet-sermaye işbirliğine yarayan büyük sessizlik hüküm sürmeye devam ediyor.
Kendini doğanın üstünde , ona hükmedebilir güçte gören insanların yıllarca uyguladığı ve uygulamaya da devam ettiği doğayı derinden etkileyen bencilce hareketler sonucu, birçok hayvanın nesli tükenirken birçoğu da tehlike altında. Ülkelerin bitki örtüsü değişip, kuraklığa doğru hızla ilerliyoruz. Bu ekolojik yıkımdan doğayı bizimle paylaşan hayvanlar ve bitkiler en vahim şekilde etkileniyorken, bundan etkilenecek bir diğer bileşenin biz insanlar olduğumuzu ve en kırılgan, yoksul kesimlerin de en ağır faturayı ödeyeceğini, çok da uzak olmayan bir gelecekte çok acı sonuçlara katlanmak zorunda kaldığımızda fark edeceğiz.
Ekolojik farkındalık yeterli mi?
Doğada insan faaliyetleri sonucu yaşanan değişimin farkında olanların kendilerine biçtikleri tanım; ekolojik farkındalık. Ancak bu farkındalık hali ile neler yapıldığıdır esas olan. Kimi farkındalar, “organik tarım”a yöneliyor, kimileri de ağaç dikme, sahil temizleme etkinlikleri düzenliyor. Doğanın talanına topyekün karşı durmadan, doğaya zarar verenleri parmağıyla işaret edecek cesareti gösteremeden yapılan her faaliyet, bireysel iç rahatlatmalardan ve göz boyamadan öteye gitmemektedir. Ava karşı durmadan doğal hayat savunucusu olmak, tüketim çılgınlığına iten sisteme bir şey söylemeyip yere çöp atan insanlara saldırmak ise sadece günü kurtarmaktadır. Yani ekolojik farkındalık, doğamızın kurtulmasına yetmiyor, yetmeyecek… Sel baskınları ile kuraklığın aynı anda yaşanması, yangınların artması, biyolojik çeştliliğin azalması, sera gazı salınımlarının kritik eşiği geçmesi, kısacası içinde bulunduğumuz küresel ekolojik kriz, salt farkındalıkla çözülemeycek kadar büyük bir tehdit. Bireysel farkındalıklarla yapılan daha az karbon ayak izi bırakma çabaları, plastikten kaçınmak, led ampül kullanmak, evlere ısı paneli kurmak, atıkları ayrıştırmak gibi pratikler çok değerli olmakla birlikte, canavar bize alev püskürtürken ona kovayla su fırlatmak gibi kalıyor. Daha köklü çözümler için toplumsal bir aradalık ve örgütlü kötülüğe karşı örgütlü mücadele gerekmektedir. Bireysel ekolojik duyarlılıklar politik bir bilinçle buluşup üretim ve paylaşım ilişkilerini dönüştürecek kolektif bir çabaya hizmet etmelidir.
Ekososyalist mücadele
Suyun özelleştirilemeyeceğini, dağların oyulamayacağını, ormanların tellerle çevrilemeyeceğini, denize girmenin ücretlendirilemeyeceğini, doğanın satılabilecek bir meta olmadığını görüp, doğanın hakimi değil bir parçası olduğumuzu kabul ederek bu talanı durduracak adımlar atmak gerek. Bu da ancak ekososyalist bir mücadele ile mümküdür. Kapitalizmin bizi sürüklediği bu yaşam kargaşasında, yeşil bir gelecek mümkün değildir. Elini uzattığı her alanı, kendi geleceğini güvence altına almak için metaya dönüştüren bu sistemin doğasında, doğa ve insanlık yararına adım atmak yoktur. Bu nedenle doğayı korumak için verilecek mücadelenin, kapitalizmi yok ederek sonuca varabileceğini bilmek gerekir. Canavarın bir kolunu kesmek, kan kaybına neden olur ama onu öldürmez. Emek ile doğa bir bütündür ve kapitalizm emeği işçi haline getirip doğayı sömürmektedir. Piknik alanındaki ağacın gölgesini bize satan sisteme karşı çıkarken, zam üstüne zam yapıp asgari ücreti belirlemekten bile aciz olanların ortak olduklarını görmek gerek. Trafikten şikayet ederken, toplu taşıma ve bisiklet yolları talep etmek gerek. Temiz deniz için mücadele ederken, sahillerin parsellenmesine de karşı durmak gerek.
Sanata, spora, doğaya politika karıştırmayalım şeklindeki “politik” düşünceden uzak durup doğayı koruyacak politikalar üretmeleri için siyasilere baskı yapmalı, bu yöndeki politik örgütlenmeleri desteklemeliyiz. Doğa olmadan emeğimizin sonuç veremeyeceğini ve kıymet bulamayacağını görüp, çevre mücadelesi ile sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir bütün olduğunu fark etmek en doğrusu olacaktır.
Kaynak: Bağımsızlık Yolu yayını olan Özne dergisinin “Ekolojik Yıkım ve Sosyalist Mücadele” konulu 3. Sayısından faydalanılmıştır.
Recent Comments