Giriş
Başrollerini Şener Şen, Cem Yılmaz ve Çetin Tekindor’un paylaştığı Av Mevsimi isimli polisiye dram, genç bir kadın cinayeti soruşturmasını konu ediniyor. Cinayetin çözülmesindeki düğüm noktalarından birisi, Cem Yılmaz’ın canlandırdığı İdris karakterinin, vurulduktan hemen sonra ölmekte olduğu esnada, vurulduğu odadaki güvenlik kamerasına eliyle “bakış açınızı değiştirin” anlamına gelen bir jest yapmış olmasıydı. Bu görüntü kayıtlarını izleyen cinayet masası da bu sayede soruşturmaya yönelik yaklaşımını değiştirmiş ve o genç kadının cinayetinin ardındaki gizemi nihayetinde çözebilmişti. Böylece, İdris’in amiri Ferman’ın (Şener Şen) deyişiyle av mevsimi bitmişti.

Bir Varmış Bir Yokmuş
Bir ülke hayal etmenizi isteyeceğim, uzak diyarlarda bir ülke. Adını sanını bilmediğiniz, gidip görmediğiniz, haberini bile almadığınız bir ülke. Size bu ülkeyi anlatmaya başlayayım: Bu ülkenin devleti küçük ve önemsiz, bu ülkenin devleti güçsüz ve cılız, bu ülkenin devleti beş parasız… Bu ülke öyle bir ülke ki, ekonomisi piyasanın kontrolünde, ülkedeki kaynakların büyük bir çoğunluğunu işverenler, yani patronlar kontrol ediyor. İşverenler dedim diye aklınıza dükkan sahipleri, esnaf ya da küçük işletmesi olanlar gelmesin. Ensesi kalın patronlardan, yanında onlarca, hatta yüzlerce emekçi çalıştıran patronlardan, milyonlarca, hatta on milyonlarca sterlinlik paraları döndürenlerden söz ediyorum, hani bizim Kıbrıs’ın kuzeyinde “ultrazenginler” dediklerimizden, büyük sermayedarlardan söz ediyorum; yolda çarşıda göremezsiniz böylelerini.
Bu ülkede dört mevsim değil sadece tek bir mevsim yaşanmaktadır: kış; hem de öyle bildiğimiz kışlardan değil, kapkara bir kış. Geceleri hep uzun, gündüzleri hep kısadır bu memleketin, karanlık hakimdir gökyüzüne. Gündüzleri dahi kara bulutlar eksik olmaz yaşayanların tepesinden. Bu ülkede yaşayanlar başka mevsim bilmezler, zaten mevsim nedir onu da bilmezler. Varsa yoksa kış vardır. Kış bir mevsim bile değildir, olağan halidir bu memleketin ikliminin.
Bu uzak diyarlardaki ülkenin piyasasında 23 binden fazla özel işletme, 180 bine de yakın emekçi vardır. Bu ultrazenginler o kadar kontrol eder hale gelmişlerdir ki bu ülkenin ekonomisini, sadece 2,300 kadar işletme, bu emekçilerin neredeyse 140 bin kadarını tek başına çalıştırmaktadır. Piyasa ve ekonomi, bu ultrazenginlerin mutlak hakimiyeti altındadır anlayacağınız. Geri kalan 21 bine yakın işletme ise, sadece 40 bin civarı emekçiyi istihdam etmektedir. Uzun lafın kısası, emekçilerin çoğu bir avuç büyük işletme tarafından çalıştırılmakta, on binlerce küçük işletme, esnaf ve dükkan sahibi ise en fazla 3-5 kişiyle kendi yağında kavrulmakta. Devlet deseniz ülkedeki tüm çalışanların sadece yüzde 20’sini istihdam ediyor durumda. Geriye kalan her emekçi, piyasanın esiri, ultrazenginlerin kontrolündeki o acımasız piyasanın. Zaten her geçen yıl devlet küçülüyor, yerini piyasaya bırakıyor, hem istihdam alanında hem hayatın geri kalan tüm alanlarında.
Bu bir avuç büyük işletme emekçilerin büyük bir çoğunluğunu çalıştırmakla kalmıyor, bu emekçileri acımasız, zalim ve kötü koşullarda çalıştırıyor: emekçilerin çoğu düşük bir asgari ücrete veya biraz üzerine çalıştırılıyor, emekçilerin çoğunun sigortası ya yatmıyor, ya geç yatıyor, ya da gerçek maaşı üzerinden yatmıyor. Emekçiler, bir köle misali, bu büyük patronların canının çektiği kadar uzun süreler çalıştırılıyor, ek mesai ödenmiyor, doğru düzgün izin haklarına sahip değil… Bu emekçilerin ne iş yapacağı patronun canının keyfine göre aydan aya, hatta haftadan haftaya değişebiliyor. Bu emekçilerin hiçbir güvencesi yok. Bırakın daha güzel haklar, daha düzgün bir gelir, daha insani çalışma koşulları ve daha refah bir yaşam için sendikalaşmayı ve hak aramayı, yasalarda yazan haklardan bile faydalanamıyor emekçiler. Bu büyük patronlar, yasaların üzerinde, anayasanın üzerinde, devletin üzerinde.
Bu ultrazenginler, sadece bu ülkenin işgücünü elinde tutmuyor, aynı zamanda doğal kaynaklarını da kontrol ediyor. Ülkenin dağlarını taş ocaklarına döndürmüşler, plajlarının ve denizlerinin girişine bekçi dikip haraç kesmeye başlamışlar, havayollarını ve ülkeye giren petrolünü mutlak kontrolleri altına almışlar, elektriğinin yarısına el koyup geri kalan yarısına da göz dikmişler, limanlarını ele geçirmelerine az kalmış… Bu ultrazenginler eğitimi ve sağlığı ele geçirmişler, ulaşımı ve başımızı soktuğumuz konutları ele geçirmişler, ihracatını ithalâtını tamamen ele geçirmişler… Bankaları sadece ele geçirmekle kalmamışlar, dolaşımdaki paranın büyük bir çoğunluğu da ultrazenginlerin elinde toplanmış, kredilerin büyük bir çoğunluğu özel işletmeler tarafından kullanılıyor, mevduatlar zaten özel kişilerin elinde. Kısacası devlet, bu ülkenin ekonomisinden artık sorumlu değil. Sorumlu olmak istese bile olamaz, çünkü elinde hiçbir güç kalmamış. Devlet artık iğnesi, ipliği makası, mezurası, kumaşı ve makinesi olmayan bir terzi misali, dükkanda boş boş oturup bekliyor. Tabelasında terzi yazıyor dükkanın, ancak içeride terzilik yapmak artık mümkün değil.
Bu ülkenin ultrazenginleri ellerinde olan bütün bu kaynakları, serveti, zenginliği, malı, mülkü, geliri biraz olsun paylaşmaya bile yanaşmıyor. Bu ülkede büyük işletmeler ve en zengin bireyler vergi ödemiyor, haliyle de devletin kasası boş. Bu devletin bütçe gelirlerinin ekonomi içindeki oranı, dünya ortalamasının çok ama çok altında. Bu ülkede devlet, ortaölçekli bir işletmeden daha kudretli değil. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, devlet o küçücük bütçesinden ultrazenginlere teşvik adı altında para aktarıyor, ultrazenginlerin hastanelerine fahiş fiyatlar ödeyerek kendi hastasını yolluyor, iç borçlanma adı altında ultrazenginlere kendi bütçesinden faiz ödüyor.

Bakış Açınızı Değiştirin
Uzak diyarlardaki bu ülkede, her şey ayan beyan ortada olmasına rağmen, ekonominin kimin kontrolünde olduğu apaçık ortada durmasına rağmen, ekonomik sorunların kaynağının kim ve ne olduğu herkesin gözleri önünde olmasına rağmen, ne yazık ki bu ülkenin halkı gerçeği henüz göremeyecek durumdaydı. Bunun sebebi ise, bu ülkenin halkının türlü türlü oyunlarla aldatılmış, kandırılmış ve uyutulmuş halde olmasıydı. Bu ülkede ultrazenginler o kadar güçlüydüler ki, ülkenin siyasetini de siyasetçisini de, basınını da sosyal medyasını da, gazetelerini de televizyonlarını da ele geçirmiş durumdaydılar. Bu yüzden halk, ultrazenginlerin istediği “bakış açısı”ndan başka türlü göremiyordu etrafındaki gerçekliği. Ultrazenginlerin sözcüleri sürekli halkın arasına karışıp ekonomik sorunların kaynağı olarak “devletin kötü yönetilmesini” göstermekte, “bütçe giderlerinden” şikayet etmekte, “memur maaşlarını” bütün sorunların kaynağı olarak öne sürmekte, devletin ekonomi ve piyasa üzerindeki olumsuz etkisinin tüm kötülüklerin sebebi olduğunu ifade etmekteydiler. Halk ne zaman ekonomik sorunlardan yakınmaya başlasa, işte bu sözcüler aracılığıyla halkın kafası karıştırılmaktaydı. Bu sözcüler, ülkeyi resmen mutlak hakimiyetine almış ultrazenginlerden ve büyük işletme sahiplerinden asla hesap sorulmaması için ellerinden geleni yapmaktaydı. Halk, bu aldatmacalı bakış açısının içine hapsolmuştu.
Sonra bir gün halk, bakış açısını değiştirmeye ve gerçeği olduğu gibi görmeye karar verdi. Önce ultrazenginlerin sözcülerini, siyasetçilerini, akademisyenlerini, yazarlarını, medya ve basındaki elemanlarını, sosyal medyada sesi çok çıkan temsilcilerini kaldırıp çöpe attı, sonra da ultrazenginlerin karşısına dikildi. Zaten ultrazenginler sayıca bir avuç oldukları için, bu aradaki parazitleri de ortadan kalkınca, kendilerini savunmasız halde buldular ve halk tarafından kısa sürede alaşağı edildiler.
Ultrazenginler alaşağı edildikten sonra, kış mevsimi bir anda sona erdi bu memlekette. İnsanlar başlarını kaldırıp gökyüzüne baktıklarında, ilk kez maviyi ve güneşi gördüler. Gündüzler uzadıkça uzadı, karanlık gelmez oldu.
“Şeytanın en büyük numarası, bizi var olmadığına inandırmasıdır” der Fransız şair Charles Baudelaire, 1864 yılında Fransız gazetesi Le Figaro için kaleme aldığı bir yazısında. Bu ülkenin ultrazenginleri de, on yıllar boyunca halkı, ultrazenginlerin var olmadığına inandırmışlardı. Halk karanlığın içinde “bütçe, devlet, kötü yöneticiler, memur maaşları” diye diye kendini yiyip dururken, ultrazenginler şeytanlıklarını kapalı kapılar ardında sürdürmeye devam edebilmişlerdi, ta ki halk ayaklanana ve yaşadığı sorunun asıl kaynağıyla mücadele etmeye başlayana kadar.
Sonuç
Bu yazıda sizlere Kıbrıs’ın kuzeyinin ekonomisinin halini anlatacaktım, ama bu uzak diyarlardaki sıradışı ülkenin hikayesini anlatmaktan Kıbrıs’a yer kalmadı. Kendi memleketimizin ekonomik durumunu da artık başka bir yazıda anlatırız.