Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
Sen çok daha parlaksın çünkü
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki
Sen aydınlatırsın geceyi
W. Shakespeare
Aydınlanma düşüncesinin ve onun felsefesi olan modernite olgusunun temel savı “sapere aude” yani aklını kullanmaya cüret et. O halde modernizmi yerli yersiz eleştiren, bilim ve rasyonaliteyi küçümseyen, aydınlanmanın tüm izlerini silmeye çalışan, insanlığın tarihsel birikimini yok sayan postmodernizmin mottosu ise akılla alay etmektir. Önceleri sanatta, felsefede ve sosyal bilimlerde görülen bu akıl karşıtı tutum, artık metastaz evresinde olup fizik, tıp dahil doğa bilimlerine de sirayet etmiş, okuduğumuz romanlardan izlediğimiz dizilere, gazete haberlerinden arkadaşımızla yaptığımız kahve sohbetine kadar günlük yaşamın her alanında yerini almış durumda. Peki nedir bu postmodernizm, neden Covid 19 Pandemisi gibi talihsiz bir şekilde bizim çağımıza “tesadüf” etti, görünce nasıl tanıyacağız, kutsal su serpsek yanar mı mesela, aydınlanmayla derdi ne, hem postmodernistler de solcu ve entelektüel insanlar değil miydi, vahşi bir kapitalizmle beraber gelen modernitenin sonuçlarından çok mu memnunuz zaten..? Buyurun başlayalım.
Postmodernizm nedir?
En basit haliyle söylemeye çalışırsak, postmodernizm, akıl yoluyla bilinebilir nesnel bir gerçeğin olmadığı, esas olanın söylem olduğu ve her öznenin kendi söylemiyle kendine ait olan ve bütünlük içinde ele alınamayan bir gerçeklik yarattığı anlayışına dayanır. Bu yaklaşımları gereği somut dünyanın anlaşılmasının mümkün olmadığını iddia eden postmodernler, onu değiştirme çabasının da anlamsız hatta yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın akla, bilime merkezi bir rol vermekten kaynaklandığını savunurlar. Modernizme olan itirazları da, modernizmin dinin asırlar süren egemenliğinin karşısına bilim ve akılla çıkan Aydınlanmaya dayanmasıdır.(1)
Her tarihsel ya da zihinsel devrim, her şeyden önce toplumun tutamak noktalarını, düşüncenin merkezini, Arşimet noktalarını değiştirir. Orta Çağ’da bu merkez “tanrı kavramı”dır; her şey bu kavramın etrafında döner. Aydınlanma ile tanrı kavramı yerine özne-insan kavramı konmuştur. Artık insan, tarihin edilgen bir parçası değildir, kaderini değiştirebilir. Hayatı belirler; sorumludur ve yaşamı üzerinde denetimi vardır. Aydınlanmanın özellikleri; insana olan inanç; evrene, doğaya ve insana karşı bütünlüklü ve sistematik bakış; aklın ve bilimsel düşüncenin ön plana çıkmasıdır. Bütün o büyük buluşlar, fizikteki, teknolojideki, doğa bilimlerindeki gelişmeler, bugün klasikler dediğimiz romanlar bu anlatılan paradigma değişiminden çıkmıştır. Bu, insanın yükselişidir.(2) Aydınlanma, burjuvazinin feodaliteye (aristokrat sınıfına) karşı devrimini doğurmuş ve ortaya çıkan yeni sınıfların çelişkileri ve sömürü ilişkileri modern zamanlarda* da devam etmiştir. Bununla beraber demokrasiyi, laikliği, yurttaşlık bilinci ve insan haklarını da getiren bu yükselişin ardından, dünya savaşları, atom bombası, ekonomik buhranlar, faşizm, Sovyetler Birliği özelinde “sosyalizm”in yıkımı da yaşanmıştır. İşte postmodernizm bu yenilginin ideolojisidir, Terry Eagleton’un deyişiyle; geri çekilmenin radikalizmidir. Aklın yarattıklarından ürken, bilimin sebep olduklarından pişmanlık duyan, bütünü algılamaya ve değiştirmeye mecali kalmayan ve dinlerin/tanrının itibarını kaybetmesiyle maneviyatını da yitiren insan, artık nesnel gerçeklik yerine göreceliliğe, bütün yerine parçalara, eylem yerine söyleme ve nihayetinde sınıf yerine kimliğe sığınacaktır.
Postmodernizm tesadüfleri sever ama kendisi tesadüf değil
Postmodern atmosferin maddi temeline baktığımızda üretim faaliyetlerinin değişime uğradığı bir döneme rastlarız. Sanayi üretiminin merkez (kalkınmış) ülkelerden çevre (gelişmekte olan ülkelere) kayması; büyük bir fabrikada topluca gerçekleşen bütünlüklü üretim süreçlerinin yerini farklı atölyelerde hatta farklı ülkelerde gerçekleşen parçalı ve dağınık üretim süreçlerine bırakması; devletin görevlerini özel sektöre devretmesi (örneğin eğitimin, sağlığın, elektrik üretiminin, ulaşımın özelleşmesi); kamusal faydanın yerini kâr odaklı “girişimcilik ruhunun” alması; mesai mevhumu, iş yeri, iş tanımı net olmayan parça başı, esnek ve güvencesiz çalışma modellerinin yaygınlaşması…(3) İşte böylesi bir iklimde, düşünce yapısı da emeğin durumu ile bağlantılı olarak değişti. Bütünlüklü bakamayacağımız, büyük anlatılara güvenemeyeceğimiz, bizden bağımsız olan hakikati bilemeyeceğimiz (hatta öyle bir hakikatin olmadığı!), öngörüp ölçemeyeceğimiz dünya, bir kaosa dönüştü. Emekçi sınıflar için düzensizlik ve bilinemezlik, sermaye için kârın maksimizasyonu olarak tezahür etti. Bu, tam da kapitalizme uygun bir ideolojiydi. Sınıfların, üretim ilişkilerinin muğlaklaştırılıp önemsizleştirildiği bir durumda, toplumun ortak yaşamı ve örgütlenmesi için gerekli olan ortaklıklar değil farklılıklar ön plana çıkarıldı: yerel, etnik, ırksal, dinsel veya cinsel kimlikler, mikro-kimlikler…
Postmodernizmin ironisi, bir yandan moderniteyi aşarmış gibi görünürken başından itibaren bizatihi kapitalizmi aşmak umutlarını terk etmesi ve bir post-kapitalist çağa girmesidir.(4)
Saçmalardan Seçmeler
Önce sanat, edebiyat, mimari gibi alanlardan başlayarak sonra toplum ve doğa bilimlerine bulaşan postmodern felsefe, her birinde, tumturaklı laflarla bir illüzyon yaratarak insan aklı ile alay eden trajikomik örneklerle karşımıza çıktı. Bilim alanındaki en çarpıcı örnek için Alan Sokal’ın uydurma makale deneyini okumanızı tavsiye ederim.(5) E=mc2’nin cinsiyet ayırt eden bir eşitlik olduğunu çünkü ışık hızına başka hızlara göre öncelik tanıdığını ve en hızlı gidene öncelik tanımasının da cinsiyetçilik olduğunu iddia eden Luce Irigaray, feminist felsefenin önemli isimleri arsında sayılmaktadır! Sanattan bir kaç örnek verecek olursak; Fransız ressam Marcel Duchamp’ın 1900’lerin başında sanat eseri kabul edilmeyerek sergiye alınmayan “pisuvar”ı, 2004 yılında beş yüz sanatçı ve tarihçi tarafından “20. yüzyılın en etkili sanat eseri” seçildi. Duchamp’ın “eser”i, tuvalet malzemeleri satan bir dükkandan alınmış ve üzerine sadece isim yazılmış, seri üretim, sıradan bir pisuvardı. Pahalı işleriyle tanınan İngiliz sanatçı Damien Hirst’ün sigara izmaritleri, tuvalet kağıtları, atık malzemelerden oluşan, binlerce Euro’luk! bir enstalasyonu, açılış partisinin ertesi günü bir temizlik işçisi tarafından çöpe atılmıştır. (İşçi sınıfına boşuna güvenmiyoruz.) Artist’s Shit adlı çalışma (Piero Manzoni’nin 90 adet konserve kutusuna koyduğu 30’ar gram dışkı), sanatın bir bok olmadığını söyleyenlere inat ve kapitalizm karşıtlığı adı altında yüzbinlerce Euro’ya satılmıştır! Bir sanat müzesine gözlüğünü koyan bir genç, bir süre sonra sanat severlerin gözlüğü dikkatle inceleyip fotoğraflarını çektiğini görmüştür.(6) Edebiyatta ve sinemada da kaybeden, bunalan, gömüldüğü karanlığı pazarlayan bireyin sayıklamaları “best seller” olmakta, ödüller almaktadır. Güya sistem eleştirisi içeren postmodern sanat estetik açıdan ne kadar anlamsızsa piyasa için bir o kadar anlamlıdır. Postmodernizm, moderniteyle hesaplaşırken sadece aydınlanma değerlerini yıpratır; modernizmin bir diğer ayağı olan sermaye ile, kapitalist piyasa ile bir derdi yoktur. Bu da onu gerici bir ideolojiye dönüştürür.
20. yüzyıl felsefesinin ve “anarşist bilgi kuramının” en önemli isimlerinden kabul edilen Paul Feyerabend, Özgür Bir Toplumda Bilim kitabında “Bir demokraside her vatandaşın okuma yazma, aklına gelen her konuda propaganda yapma hakkı vardır. Hastalandığında eğer üfürükçülüğe inanıyorsa üfürükçüler tarafından, yok eğer bilme daha çok güveniyorsa doktorlar tarafından tedavi edilme hakkı vardır. Vergi mükellefleri devlet üniversitelerinde vodoo büyüsü, halk tıbbı, yıldızbilim, yağmur dansı törenleri öğretilmesini istiyorsa o zaman üniversitelerde bunlar öğretilecek demektir.” diye yazabilmektedir.(7) Bu durumda, Pandemi inkârcısı plandemicilerin sosyal ortamlarda aşısız ve maskesiz bulunması, küçücük çocukların Kuran kursuna gönderilmesi, halk inanmıyorsa evrim teorisinin müfredattan çıkarılması gayet meşrudur. Tüm bunlar, aklımızla alay etmek değilse nedir?!
Aydınlanma Karşıtlarının Kutsal İttifakı
Hani yazının başında postmodernizm için “kutsal su serpsek yanar mı?” diye sorduk ya; yanmaz. Çünkü dinsel gericilikle, Türkiye ve gittikçe daha çok kendine benzettiği ülkemiz özelinde söylersek siyasal İslam’la, -bilinçli ya da bilinçsiz- sıkı bir ittifak halindedir. Postmodern söylemler olan çoğulculuk, farklılıkların giderilmesi, birlikte yaşama isteği, baskıcı bir anlayış olan siyasal İslam partileri tarafından da kullanılmış ve onları iktidara taşımıştır. Bunun en çapıcı öreği AKP’nin seçim beyannamesindeki şu cümlelerdir: “Bu rejimde, kimsenin diğerlerine göre daha üstün hak ve imtiyazı yoktur. Farklı inanç ve kültürleri ülkemiz için bir zenginlik kabul eden partimiz, değişik dil, din, soy ve sosyal statüden insanın kanunların eşit koruyuculuğu altında özgürce yaşamasını ve siyasete katılmasını gerekli görür. Partimiz, farklı görüş ve kesimleri temsil eden sivil toplum örgütlerine eşit mesafede duracak, sivil toplum örgütleri arasında diyaloğu ve işbirliğini destekleyecektir. Hukuk ve adalet anlayışımız, devletin topluma ve bireylere dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep aidiyeti gibi sebeplerle ayırım gözetmeksizin adalet içinde yaklaşmasını sağlamaktır.”
Hem İslamcılık hem de postmodernizm, modernizmi eleştirme noktasında aynı safta yer almakta; her ikisi de modernizmin evrenselci kabullerine karşı eleştirilerini ortaya koymaktadırlar. Ancak modernizme yönelik eleştirilerinde İslamcılık, karşıt bir kültürel modernleşme pratiği sunmak istediğinden, eleştirilerini “maddecilik” ve “ahlaki yozlaşma” gibi unsurlar üzerine kurmakta, bunun karşısında alternatif bir toplumsal ve siyasal proje sunmaktadır. Postmodernizm ise, modernizmin evrenselci iddialarını sorgulama çabası olarak kendini konumlamakta; modernizmin Aydınlanmacı akılcılığına karşı çıkmakta, diğer taraftan kimlikler siyaseti temelinde çoğulculuğa, çeşitliliğe ve farklılaşmaya vurgu yapmaktadır.(8)
İslami kimliğin yayılmasını (örneğin kamu görevine türbanla girilmesini, küçük yaşta dini eğitimi, bilim ile hurafelerin eşitlenmesini) hoşgörüyle karşılayan, Kemalizmi otoriter bularak, bilimsel bilgiyi totaliter görerek siyasal İslam’a alan açan postmodern düşünce, tüm kurumların ele geçirilmesinin ardından bu akılsızca tutumunun bedelini hem kendisi ödemiş hem de binlerce insana ödetmiştir. Türkiye gibi modernleşme sürecini dahi tamamlayamamış bir toplumda Aydınlanma değerlerini ortadan kaldırdığınızda elinizde kalan kadim doğu bilgeliği değil, tek adam diktatörlüğü olmaktadır.
Ülkemizde de Mehmet Ali Talat’ın “Oyumu AK Parti’ye verirdim” açıklaması, bir yandan okulu yasa dışı ilan edip diğer yandan İlahiyat Koleji’nin kurdelesini Özkan Yorgancıoğlu’nun kesmesi, küçücük çocukların gönderildiği bilim dışı kurslar için Ferdi Sabit Soyer’in “Ha tenis kursu, ha Kuran kursu” demesi gericilikle postmodernizmin ittifakına, aklımızla alay edilmesine örneklerdir.
Sola nereden bulaştı bu meret?
Neoliberalizmin kültürel, felsefi alandaki yansıması postmodernizm, sol içendeki yansıması ise sol liberalizmdir. Ülkemiz solunun çok büyük bir kesimine hâkim olan sol liberal siyasetin genel özelikleri, AB’ci ve foncu olmaları; kimlik merkezli politikalar üretmeleri ama yeri gelince de kimlik siyasetini eleştirmeleri; modernizm eleştirisi adı altında sosyalizmi totaliter bulup reddetmeleri ya da faşizm ile aynı kefeye koymaları; alan çalışmalarını (kadın, gençlik, LGBTİ gibi) bütün ile bağı üzerinden analiz etmeyerek ideolojisiz ve yalıtılmış bırakmaları; kendi halkının öz gücüne değil dışarıdan gelecek desteğe güvenmeleri şeklinde özetlenebilir. Dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da sol, emperyalist kurumlar tarafından fonlanarak sivil toplumculuğa yöneltilmiş ve halkın günlük yaşamından, devrimci bir pratikten ve ufuktan uzaklaşmıştır. Bu konuda detaylı bilgi için kaynaklarda (1) numarada belirtilen yazı önerilir.
Aydınlanmayı reddetmek değil aşmak
Marksistler, “doktriner” düşünürlerdir, ayrıca aydınlanmacı burjuva liberalizmin zengin mirası olmaksızın özgün bir sosyalizm olamayacağını kabul ederler. Postmodernistler ise çoğulculuğun, değişkenliğin, açık uçluluğun kerameti kendinden menkul müritleridir, ayrıca hümanizmi, liberalizmi, Aydınlanmayı, merkeze alınmış özneyi ve diğerlerini şeytanlaştırırken yakalanırlar. Ancak burjuva Aydınlanmacılığı toplumsal sınıf meselesi gibidir; ondan kurtulabilmek için önce içinden geçmeniz gerekir. İşte Marksizm’le postmodernizmin birbirleriyle en derinden ayrıştıkları nokta budur.(9)
Shakespeare’in sonesinden uyarlayarak söylersek: Akılla alay eder akıllanmamış olan. “Her görüşe saygılı olalım” ezberini bir kenara bırakıp, saçmaya saçma deme hakkımızı kullanmamız, siyasette, bilimde, sanatta, sosyal yaşamda aklımızla alay edilmesine dur dememiz gerek. Bu postmodern atmosferde yalnız başımıza nefes almak zorsa örgütlenerek… Aydınlanmanın insana olan inancını Shakespeare’le birleştirirsek:
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi!
Kaynaklar:
(1)Postmodernizmin Kıbrıs’ın Kuzeyindeki Tezahürleri, Ali Şahin, Özne Politik-Teorik Dergi, Sayı:1
(2)Postmodern Felsefenin Topluma Ne Zararı Olmuştur?, Taylan Kara, Edebiyatla Ahmaklaştrıma Felsefeyle Çökertme, Cilt 2
*Charlie Chaplin’în Modern Zamanlar filmine gönderme.
(3)Modernden Post, Sistemden Dost Olur mu?, Celal Özkızan, Özne Politik-Teorik Dergi, Sayı:1
(4)Tarihin Savunusu, John Bellamy Foster
(5)Postmodern Felsefecilerin Canına Okuyan Fizikçi: Alan Sokal, www.insanbu.com
(6)Postmodernizmin Kültürel Çölü, Emre Fidan, www.haber.sol.org.tr
(7)Paul Feyerabend, Özgür Bir Toplumda Bilim, aktaran Taylan Kara(2)
(8) Türkiye’de Yükselen Siyasal İslam’ın Postmodern Nedenleri, Hacı Hasan Saf, dergipark.org.tr
(9)Postmodernizmin Yanılsamaları, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları
Recent Comments