Sevilen ve para kazanan bir sanatçı olmak ister miydiniz? Eğer istiyorsanız işiniz hiç de zor değil. İçtiğiniz veya çevrenizde içilen sigaraların izmaritlerini bir kül tablasında biriktirin. Bir sergi salonunda bu eseri insanlara sunun ve göğsünüzü kabartarak nasıl büyük bir sanatçı olduğunuzun gururunu yaşayın. Eğer ki sergi salonuna giderken kül tablasını düşürdüyseniz ve sanat eserinizi kırdıysanız köşedeki bakkaldan bir muz ve koli bandı alın. Salonun duvarına yapıştıracağınız bir muzla emin olun ki insanları hayal gücünüzle etkileyeceksiniz. Üstelik muz çürümüşse içinde yaşadığımız sistemin kokuşmuşluğunu da yansıttığınız için sanatseverlerin bütün ilgisini üstünüze çekeceksiniz. Şansınızı edebiyatta denemek isterseniz; kabuğuna çekilmiş, karamsar ve yenilgisinin hazzını yaşayan bir karakteri temel alın. Yanına etnik kökeni, dini inancı veya cinsel kimliği sebebiyle -toplumsal sınıfı karıştırmayın- ayrımcılığa uğrayan birilerini yerleştirin. Göze sokmadan bir tutam da siyasal İslam güzellemesi yaptınız mı kesin tutar. Sizlerle dalga geçtiğimi düşünmeyin. Sadece günümüz dünyasında sanatın ve edebiyatın nasıl değersizleştirildiğinin, kitchleştirildiğinin ve tarih boyunca nice zorluklarla oluşan entelektüel birikimin yok edildiğinin örneklerini sunmaya çalışıyorum. Gelin günümüz dünyasının sığlıklarına girmeden önce dergimizin teması ile bağlantılı olarak Rönesans ve Aydınlanma dönemi sanatının derinliklerine bir göz atalım.
Karanlıktan Doğan Sanat
Sanat ve sanatçı kavramı 1700’lü yılların sonlarına dek pek bir şey ifade etmiyordu. Sanatçılar; ahşap ustaları, eczacılar gibi meslek kollarıyla aynı localarda yer alıyordu. Eserler kilisenin istekleri doğrultusunda yapılıyordu. Da Vinci, eserlerinde hangi renklerin ağırlıkta olacağına ve hangi figürleri kullanacağına kilisenin gönderdiği belgelere dayanarak karar verip resimlerini yapıyormuş.
Karl Marx’ın dediği gibi: “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür.” Bu önerme sanat için de geçerli olup feodalizmden kapitalizme her dönemde yaygın olan sanat, egemen sınıfın sanatıdır. Feodal yapının hakim olduğu, aristokrat ve ruhban sınıfın egemen olduğu Orta Çağ, Avrupa için karanlık bir dönemdir. Düşünceyi kontrol altına alan kilise, sanatı dinsel öğretileri insanlara dayatma amacıyla kilise duvarlarında sınırlandırmıştır.
Zamanında Arapça’ya çevrilen ve doğuda üzerinde çalışmalar yapılan Antik Yunan eserleri Avrupa’ya getirilmeye başlanmış, ticaretin gelişmesi ve matbaanın da icadıyla birlikte bilimsel ve yeni düşünceler hızlı bir şekilde yayılmıştır. Burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla toplumsal ilişkiler değişmiş, sanat kilisenin dogmatik öğretilerinden kurtulmuştur. İlginçtir ki; vebaya sebep olan farelerin doğal avcısı kedileri şeytan ilan edip öldürten kiliseye olan güven, veba salgını ile birlikte azalmıştır. Günümüzde trafoya kedilerin girdiğini iddia edip seçimlerde hile yapan yönetimlerden farkı olmayan kilisenin yarattığı skolastik düşünce sarsılmıştır. Rönesans denilen bu dönemde doğudan gelen ışıkla birlikte sanatta yeniden bir doğuş başlamıştır. Artık zenginleşen burjuvalar da sanat alıcısı statüsü kazanmıştır ve bu yeni sınıf duvarlarına sadece İsa resmi asmak istememektedir.
Sanatın Aydınlanma’yı ve Fransız Devrimi’ni hazırlayan etkisini gösteren bir örnek Fransız ressam Jacques Louis David’in “Sokrates’in Ölümü” tablosudur. İnançları yüzünden haksız yere ölüme mahkûm edilen Sokrat, 1787 yılında, Fransızlara cesaret ve hakikat uğruna kendini feda etme konusunda ahlaki bir ders niteliğindeydi. David bu konuyu resmederek açık bir şekilde, Hıristiyan kilisesinin hurafelerinden bağımsız olarak insan aklının gerçek ahlak ve doğru yaşam yolunu göstereceğine inanan Aydınlanma düşünürleriyle aynı safta yer alıyordu.
İşçi sınıfının henüz toplumda siyasal varlığını hissettiremediği bir çağda, halk tabakalarını oluşturan küçük burjuvazi, toplumda ileri yönde işlevler üstlenmiştir. Orta Çağ karanlığının ardından özne haline gelen insanla ve insan aklıyla günümüzde nasıl alay edildiğinin detayına inmek için tekrar bugünün egemen anlayışına ve yaygın sanatına dönelim.
Bana Göre Doğru, Bana Göre Sanat
Bireyselcilik ve rekabetin kanımıza kadar işlediğinin hepimiz farkındayızdır. Okulda, iş hayatında, özel ilişkilerimizde başarı elde edebilmek, kazanmak uğruna “her koyun kendi bacağından asılır” mottosuyla birbirmizle yarışıyoruz; çünkü yarışmak zorunda kalıyoruz. Sistemin işleyişinin akışına kendimizi bırakıyoruz. Asgari ücretin yetersizliğinden şikayet edip daha fazla para kazanmanın yollarına yöneliyoruz. Halbuki asgari ücretle çalışan insanlar olarak çoğunluğu oluşturduğumuz toplumda bir araya gelip örgütlendiğimizde neler yapabileceğimizin farkına varsak bu sistemin değişebileceğini görürüz. Kadın, erkek, Türk, Arap, eşcinsel, heteroseksüel vb. bir sürü kimliklere, sınıfsal kimliğimizden daha fazla önem verdiğimiz bu postmodern çağda asgari ücretin artması için mücadele etmenin yazması kolay yapması zor. Bütün işçiler birlik olun dünyayı yerinden oynatın şeklinde bir öğreti hangi eğitim müfredatında vardır? Günümüzün “hit” şarkılarından hangisi devrimci mücadelelerin anısına yazılmıştır? Aslında bir bütünlük kurmamız gereken yaşamın her alanı aksine bizi bölmektedir. Çünkü bütünsellik postmodern çağın kötüsüdür.
Popüler edebiyat dergilerine bir bakalım. Neredeyse hepsinin ilgi çeken marjinal isimleri vardır. Kapağına bir solcu sanatçının, yazarın, şairin fotoğrafını koyup içeriğini birbirlerinden kopuk yazılarla ve birbirlerine zıt dünya görüşüne sahip yazarlarla dolduruyorlar. Mesela Ahmed Arif’in kapakta olduğu bir dergide Anadolu insanının yaşadığı zorluklardan bahsetmemek olabilir mi? Melankolinin ve bohemliğin dibini yaşayan yazarların anılarını dergilere koyuyorlar. Dergiyi hazırlayana göre devrimci ideoloji böyle de olabilir çünkü postmodernizm tek bir doğru olmadığını benimsetiyor. Aydınlanmayla bilimsel gözleme ve verilere yaslanarak gelişen insan aklı ‘inanıyorum öyleyse doğrudur’ mantı(ksızlı)ğına yönlendiriliyor.
Onlarca rengin ahengiyle doğayı ve insanı anlatan resimlerin yerini boş bir tuvalin ortasına koyulan siyah bir nokta alıyor. Yaşarken sömürülmeleri yetmeyen hayvanların ölüleri camdan akvaryumun içine koyularak sanat olarak satılıyor. Çünkü postmodern sanatta herkesin kendi sanatı vardır. Ancak anlam, mesaj ve topluma ayna tutma kaygısı yoktur.
İlk paragrafta bahsettiğimiz kül tablasını kırmadan sergi salonuna götürebilen Damien Hirst’ün eserini çöpe atan temizlik işçisi şöyle demiş: “Görür görmez bir ah çektim, çünkü her şey darmadağınıktı. Bu bana pek de sanat eseriymiş gibi gelmedi. Bu yüzden de her şeyi toplayıp attım.” Sınıfsal bakışla, sanatı postmodernizmden temizlemek bu olsa gerek!
Recent Comments