
İçinde bulunduğumuz kapitalizmin neoliberal evresinde yalnızca emeğe değil, aynı zamanda düşünsel dünyamıza ve kültürel üretim süreçlerine de saldırılar yöneltilmektedir. Burjuvazinin elinde bir silaha dönüşen postmodernizm; hakikati parçalamakta, sınıf mücadelesinin tarihsel ve politik niteliğini muğlaklaştıran karşı devrimci bir sis perdesi işlevi görmektedir. Emperyalist fon ilişkilerine bulaştığı oranda sol harekete de sirayet eden bu kuşatma; bütüncül yaklaşımları reddeden, sınıftan kopuk ve yalnızca parçalarla ilgilenen yapılara dönüşüme yol açmaktadır. Siyasetle birlikte felsefi ve edebi üretimler aracılığıyla postmodernizmin toplumun temel düşünme biçimine dönüşmesi, neoliberalizmin ekonomik saldırılarının önünü açan bir zemin oluşturmaktadır. Tam da bu tarihsel kesitte, işçi sınıfının kendi dertlerini anlatma çabasının ve çelişkileri derinleştirmenin bir parçası olarak devrimci sanat, sınıfın belleğini canlı tutmanın, aklı merkeze almanın, sınıf bilincini ve mücadeleyi büyütmenin araçlarından biri olarak önemini bir kez daha hatırlatmaktadır.Bu çabanın sanatsal üretimdeki yansımaları; şiirden tiyatroya, müzikten sinemaya kadar devrimci sanatın farklı biçimlerinde kendine yer buldu. Bu üretimler yalnızca estetik kaygılarla değil, sınıfına karşı politik bir sorumlulukla ortaya kondu. Egemenlerin, çelişkileri ve kavramları çarpıtan, umutsuzluğu ve bireyciliği öne çıkaran, örgütlülüğü ve adanmışlığı değersizleştiren, bundan başka bir alternatifin olmadığını anlatan kültürel hegemonyasına karşı; devrimci sanat, emeğin ve direnişin sesini yükselten, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatan bir karşı mevziye dönüştü. Bu yazının konusu olan devrimci sinema da hak mücadelelerinin hem tanığı hem de taşıyıcılarından biri oldu. Çalışma yaşamındaki sömürü, göçmen emeği, kadın özgürleşmesi ve sendikal direnişler; bastırılmış öfke ve umutlarla birlikte sinema perdesine taşındı. Bu yapımlar, sınıfın belleğini diri tutmayı amaçlarken, aynı zamanda kuşaklar arasında bir bağ kurdu. Emeği kadrajına alan sinema, hayatı üretenlerin hikâyesini anlatma sorumluluğunu üstlendi.
Bu anlayışla 1994 yılında San Francisco’da, liman işçilerinin grevi sırasında yaşanan katliamın yıldönümünde başlatılan “LaborFest”, devrimci sinemanın ilk kurumsallaşmış örneklerinden biri oldu. Sermaye destekli ‘kültür endüstrisine’ karşı gönüllü emekle örgütlenen bu festival, işçi sınıfının kendi anlatısını kurma iradesinin bir örneğine dönüştü. Amerika’dan Japonya’ya, Kore’den Bolivya’ya, İtalya’dan Türkiye’ye kadar pek çok coğrafyada “İşçi Filmleri Festivali” temasıyla yayıldı ve ‘uluslararası’ bir boyut kazandı. Uluslararası İşçi Filmleri Festivalleri, seyirlik bir etkinlik olmanın ötesine geçerek, eleştirel düşünce ve dayanışma için ortak bir zemin oluşturdu. Katılımcılarını pasif izleyici olmaktan çıkartarak; sinema salonlarını birlikte düşünmenin, üretmenin ve yeniden inşa etmenin mekânları olarak kurguladı. Her gün yeniden hayatı üreten ama görmezden gelinenleri kadrajına yerleştirerek, egemenlerin ana akım medyasının yok saydıklarına yer veren alternatif anlatı alanlarından biri oldu. Aynı zamanda bu festivaller, ‘kapitalist kültür endüstrisinin’ yarışma mekanizmaları aracılığıyla sanat alanında meşrulaştırdığı rekabetçi anlayışa da itiraz etti. İşçi Filmleri Festivalleri’nin yarışmasız olması yalnızca biçimsel değil, ilkesel bir tercihtir. Sermayedarlara ‘’neye yatırım yapılmalı’’, sanatçılara “ne yatırım alır” bilgisini sağlayan, sanatı pazarın mantığına göre sıralayan yapılarla arasına açık bir mesafe koyan İşçi Filmleri Festivalleri; rekabeti değil, dayanışmayı öncülleyen, takdiri sermayeden değil halktan almayı esas alan bir zemin oluşturdu.
Bu festivallerin Kıbrıs ayağı ise ilk kez 2007 yılında “Uluslararası Kıbrıs İşçi Filmleri Festivali” adıyla hayata geçirildi. Tüm gösterimlerin ücretsiz ve biletsiz gerçekleştiği festival; sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin ve gönüllülerin emeğiyle sürdürülebilir bir yapıya kavuştu. Fonlar değil, organizasyon komitesinde bulunan örgütlerin öz gücü üzerinden yükselen festival; yalnızca farklı coğrafyalardaki hikâyeleri değil, İleri Basımevi Direnişi, Sanayi Holding, Kasiyerler Ayağa, Madencilerin Anıları gibi yerli yapımlarla emekçi halkımızın onurlu mücadele tarihini ve hikâyelerini de katılımcılarıyla buluşturdu. 2025 itibarıyla 13.’sü düzenlenen Uluslararası Kıbrıs İşçi Filmleri Festivali, bu yıl “Işıklar açık, plan çok; karanlığa geçit yok” sloganıyla başladı. Bu slogan, festivalin emek temasının yanında; gündemdeki gerici tüzük değişikliği dayatmasına karşı yükselen direnişin de devamı niteliğinde oldu. “Geçit Yok” eylemleriyle yükselen laiklik savunusu, festivalin politik zeminini belirleyen başlıklardan biri oldu. Böylece sokakta ve mahkemede süren mücadeleye, kültürel alanda da yeni bir mevzi kazıldı; devrimci laiklik anlatısı için bir zemin yaratıldı. İşçi Filmleri Festivali, kültürel üretimin sermaye eliyle biçimlendirilip bir silah olarak kullanıldığı yerde, işçi sınıfının kendi sözünü kendi araçlarıyla kurma ısrarıdır. Tamamen gönüllülük emeğiyle var olan bu festival; izleyicisini edilgen bir konumda bırakmaksızın, birlikte üretmeye ve direnmeye çağırır. Çünkü bu festivalin amacı yalnızca perdeye yansımak değil, sınıfın sesini yükseltmek, belleğini tazelemek ve mücadeleyi her alanda olduğu gibi burada da örgütlemektir.