
Hayatın gündelik akışı tarihimizdeki yaraları kanıksayabilmek için olağan bir yöntem sunar bize. Bu çok normaldir, acılarla sürekli yaşanmaz, yaşanmamalıdır da. Lakin biraz derinlemesine düşündüğümüzde fark ederiz ki biz tarihteki acıların, yoğun kırılma anlarının bir nevi sonuçlarıyızdır. Ailemizle iletişimimiz, etrafımızdaki hal ve hareketler ve hatta bizi bu acılardan müdafaa eden günlük hayatımızda girip çıktığımız binaların mimarisi bile bu aynı tarihin kırılma anlarıyla şekillenmiştir.
Tarihsel bellek, hem bir yas hem de bir şevk ve coşku aracı olarak yardımımıza koşan en önemli ve önemi gün geçtikçe artan mefhumlardan biridir. Günümüzde ada halkları için yukarıda sıraladığımız olağan karşılaşmaları belirleyen en önemli tarihsel kırılma anlarından bir tanesi 30 Kasım 1963’te Makarios’un 13 maddelik Anayasa değişikliği ve akabinde 20-21 Aralık 1963’te adanın iki halkı arasında kanlı boyutlara varan çatışmaların çıkması olarak düşünülebilir.
1960 senesinde Kıbrıs Cumhuriyeti resmi olarak kurulduğu zaman havada büyük bir kutlama, bir coşku yoktu. Başarısız olacağı kısa süre içinde anlaşılacak olan cumhuriyetin bayrak çekme törenine taş çatlasa 30 kişi ve yalnızca bir medya mensubu katılmıştı ki o da devlete bağlı medya organının mensubuydu. Bu medya mensubu bir sonraki gün basına “Yaşasın Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti!” başlığıyla haber geçtiği zaman ise Makarios tarafından telefonla aranmış ve “yaşasın” tabirini çıkarması yönünde okkalı bir azar yemişti. Adanın hiçbir yerinde belki birtakım yabancı elçilikler hariç böyle bir başlığı garipsemeden, coşkuyla karşılayacak bir topluluk yoktu.
Bir tarafta Enosis hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan Makarios ve EOKA, diğer tarafta Taksim hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan TMT. Enosisçiler rahatsız, Taksimciler güvensizdi. Makarios, İngilizler tarafından kendi iddiasına göre şantaja kurban gitmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Kıbrıs’ın emperyalist sömürgeden kurtulma mücadelesi, aynı emperyalist güçlerin o kadar güdümündeydi ki komünist AKEL bile 1941’den itibaren bir bağımlılığı başka bir bağımlılıkla değiştirmekten ibaret olan Enosis’i desteklemiş, 1956’da EOKA militanları tarafından kendi üyeleri suikaste uğramasına rağmen Enosis çizgisini resmiyette cumhuriyet kuruluncaya dek korumuştu.
Bugün ise hayatımızın ve toplumumuzun hamurunu yoğurmuş bu dönemin etkisini anlamaya çalışırken, “Aa Kıbrıs Cumhuriyeti zaten istenmeyen bebekmiş” diyerek konuyu ivedilikle rafa kaldırmadan önce bu ilk bakıştaki şaşkınlıkların arkasında daha incelikli gerçeklerin yattığını fark etmemiz çok önemli. Bunların başında elbette sınıf mücadelesi geliyor. Katliamlar ve suikastlerle kendi kuruluşlarının zeminini döşemiş milliyetçi hareketlerin güdümünde, hatta danışıklı dövüşleri sayesinde kurulmuş kapitalist burjuva devletleri, adadaki halkların emek mücadelesini milliyetçi bir çekişme meselesine indirgemiş durumda.
Adada yaşayanların refahı, huzuru ve geleceği ya “Kıbrıs sorunu”nun çözümü ekseninde veyahut da Batı güdümlü liberal hümanist yöntemlerle tartışmaya açılabilir halde. Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Elenler arasındaki anlaşmazlık konuşulurken çoğunlukla bu halkların yönetici sınıfları arasındaki çatışmalardan bahsedildiği, mevzubahis anlaşmazlıkların “çözülmesi” halinde halkların hunharca sömürülmeye devam edileceği gözümüzden kolaylıkla kaçabiliyor.
Tarihsel belleğin görevi, güncel yöneticilerin ve onların öncüllerinin oldukları pozisyona gelebilmek için tarihten hangi olayları veya kimleri silmeye çalıştığına bakmak, hatırlamak olsa gerek. Konumuz özelinde, 1958’de yani Cumhuriyet’in kuruluşundan yalnızca 2 sene önce adada sömürüye karşı ortak mücadeleyi savunan dört ismi; Andreas Sofokleus ve Kostas Mişaolis’i EOKA’nın, Fazıl Önder’i ve Ahmet Yahya’yı TMT’nin katlettiğini hatırlamak, yaslarını tutmak ve anılarını yaşatmak hayati ehemmiyet taşıyor.
